Tarihin Öteki Yüzü

Tarihin Öteki Yüzü@tarihin_oteki_yuzu

0 followers
Follow

2022 episodes (52)

“Kafir işi” Güzel Adetler: Noel, Yılbaşı, Piyango

“Kafir işi” Güzel Adetler: Noel, Yılbaşı, Piyango

Hicri ve Rumi Takvim’i kullanan Osmanlı ülkesinde “Miladi” yılbaşı kutlaması yapılmazdı. Hicri Takvim’in başlangıç ayı olan Muharrem’in gelişi ise kutlanmadığı gibi, 10. günü Kerbela Olayı’nın yıldönümü olduğundan matem havasında geçerdi. Hicri Takvim’in kullanılmasında ortaya çıkan 11 günlük farkı ortadan kaldırmak için 15 Şubat 1332 gününün 1 Mart 1917 olarak kabul edilmesiyle yürürlüğe giren Rumi Takvim’in ilk gününde ise sadece Düyun-u Umumiye’ye bağlı bazı kuruluşlarda kutlama töreni yapılırdı. Buna karşılık Osmanlı ülkesinde yaşayan Hıristiyanlar için yılbaşı "Noel" dönemi anlamına gelirdi. Aralığın 15'inden sonra hareketlenen bu cemaat, 24 Aralık gecesini 25'e bağlayan gece İsa'nın doğuşunu (Doğuş Yortusu) kutlardı. Ortodoks Rumlar aynı geceye “Hristugenna” adını verirlerdi. Ermeniler ise 1 Ocak'ta kutladıkları yılbaşına “Gağant” derlerdi.

1978 Maraş Katliamı: Unutmadık, Unutmayacağız!

1978 Maraş Katliamı: Unutmadık, Unutmayacağız!

19-26 Aralık 1978 haftasında Kahramanmaraş’ta yaşanan ve tarihe ’Maraş Katliamı’ diye geçen korkunç olaylar anlamlandırabilmek için epey geriye gitmek gerekir. 1968-1971 arası ülkede basının sağ-sol çatışması diye kodladığı şiddet olayları ile geçmişti. 12 Mart 1971 Muhtırası, sağ-sol çatışmasının ordu içinde de olduğunu gösteriyordu. 1973 seçimlerine yeni Genel Başkanı Bülent Ecevit’in liderliğinde giren CHP 185 milletvekili ile birinci parti olurken, Süleyman Demirel’in AP’si 149, Necmettin Erbakan’ın MSP’si 49, Ferruh Bozbeyli’nin DP’si 45, Turhan Feyzioğlu’nun CGP’si 13, Mustafa Timisi’nin BP’si 1 milletvekili çıkarmıştı. Ancak CHP’nin milletvekili sayısı tek başına hükümet kurmaya yetmediği için Ecevit ancak Ocak 1974’te MSP ile kurulan koalisyonda başbakan oldu. Ama bu hükümetin ömrü 8 ay oldu. Yerine AP-MSP-MHP-CGP’den oluşan I. Milliyetçi Cephe (MC) Hükümeti kuruldu...

Mevlâna Hakkında Yanlış Bildiklerimiz

Mevlâna Hakkında Yanlış Bildiklerimiz

3 Temmuz 1243’de Kösedağ Savaşı’nda ağır bir yenilgi alan Rum (Anadolu) Selçuklu Devleti, Moğolların yönetimini tanımıştı. Moğolların Anadolu’dan çıkarılması ise hiç kolay olmadı. 1277’de Selçuklu devlet adamı Muineddin Pervane’nin çağrısı ile Memluk Sultanı Baybars Anadolu’ya girdi. Halkın da katılımıyla Moğollara saldırdı. Baybars çekildikten sonra Moğol ordusu geri geldi ve halkı kılıçtan geçirdi, Pervane öldürüldü. Öclerini alan Moğollar Anadolu’dan çekildiler, Rum Selçuklu Devleti de II. Gıyaseddin Mesud’un 1308’de ölümüyle son buldu. Bu dönemin günümüze bıraktığı en önemli miras 749. yıl önce (17 Aralık 1273’te) bu alemden göçen Mevlâna Celaleddin-i Rumi, onun eserleri ve Mevlevilik düşüncesi oldu. Ancak bu hikâye birçok yönden düzeltilmeye muhtaçtır.

Osmanlı Kudüs’e Hiç Sahip Oldu mu?

Osmanlı Kudüs’e Hiç Sahip Oldu mu?

Bundan 105 yıl önce 11 Aralık 1917'de, İngiliz General Edmund Allenby resmi bir törenle Kudüs'e girdi ve dört asırlık Osmanlı hakimiyeti sona erdi. Bugün bizim Kudüs dediğimiz şehir Bronz Çağı’nda (M.Ö. 3000-1200) Sami kavminden Kenaniler tarafından kurulmuştu ve adını dönemin en büyük tanrısı Shalem’den (Salem) almıştı. İbranice Yerushalayim, Aramice Yerushlem, Süryanice Urishlem ve Asurca Urusalim, Roma döneminde İmparator Ælia Hadrianus’tan dolayı Ælia (Ilia) Capitolina, 638'de Müslümanların fethinden 1099'da Haçlıların fethine kadar bu isimden bozma İliya, Fatımiler döneminden (909-1171) itibaren Beytü’l-Makdis ya da Beytü’l-Mukaddes, Memlükler döneminde (1250-1517) kısaca Al-Kuds ya da Kudüs diye anılmıştı.

Kubilay Han'ın Sarayı'ndan I. Edward'ın Komünyonu'na Rabban Şauma'nın Avrupa Seferi

Kubilay Han'ın Sarayı'ndan I. Edward'ın Komünyonu'na Rabban Şauma'nın Avrupa Seferi

Herkes İtalyan seyyahı Marko Polo'yu tanır ancak çağdaşı Rabban Şauma'nın adını çok az kişi bilir. Tarihe dinsel bir adlandırmayla Bar (ya da Mar) Şauma/Savma olarak geçen bu kişi aslında Marko Polo'nun Asyalı karşılığı olup, onunkine benzer bir seyahati hemen aynı yıllarda (270'lerde) ama tam tersi istikamette, Pekin'den Fransa'nın Bordeaux şehrine doğru gerçekleştirmiştir.

“Kürtlerin Trajedisi” ve ABD

“Kürtlerin Trajedisi” ve ABD

1973-1977 arasında ABD Dışişleri Bakanı olan Henry Kissinger, 1979’da yayımlanan White House Years (Beyaz Saray Yılları) adlı anı kitabında şöyle yazmıştı: “Nixon, Rıza Şah’ı Irak’taki Kürtlerin otonomisi konusunda cesaretlendirmişti. Kürt meselesi ve 1972-1975’teki trajik sonuçları bu bölümün konularının dışındadır bu yüzden bunu 2. ciltte ele alacağım.” Kissenger 2. ciltte bu konuyu hiç hatırlamadı. Ancak 20 yıl sonra Years of Renewal (Yenilenme Yılları, 1999) adlı kitabında Kürtlerle ilgili 21 sayfalık bir bölüm yazdı. “Tragedy of the Kurds” (Kürtlerin Trajedisi) başlıklı bu bölümde özetle ABD’nin her ne kadar "ulusların kendi kaderini tayin hakkı"ndan (kısaca KKTH) yana görünse de Kürtler söz konusu olduğunda buna hiç ilgi göstermediğini anlatıyordu.

Türkler Nasıl Müslüman Oldu?

Türkler Nasıl Müslüman Oldu?

İlk Halife Ebu Bekir’in döneminde (632-634), Arabistan yarımadası “Müslüman” oldu ama ne pahasına… İslam dünyasının Herodot’u sayılan Taberi’ye göre Ebu Bekir’in orduları kafirleri kadın, çocuk demeden demirle dağlayıp ateşte yakmışlardı. Bunlar arasında Peygamberin sağlığında Müslüman olmuş ama Ebu Bekir’e biat etmeyen kabileler de vardı. İkinci Halife Ömer zamanında (634-644) Kays’ın orduları on yıl kadar bir sürede Suriye, Filistin, Mısır, Irak, Kürdistan, İran, Ermenistan, Azerbaycan, Horasan ilhak edildi. Peki, bu ilhaklar kılıçla mı oldu, ikna ile mi? Gelin birlikte karar verelim...

İdamdan Önce Atatürk Seyit Rıza ile Görüştü mü?

İdamdan Önce Atatürk Seyit Rıza ile Görüştü mü?

Bu hafta 15 Kasım 1937 günü Elazığ'ın Buğday Meydanı’nda idam edilen Dersim’in dinsel ve toplumsal lideri Seyit Rıza idamdan önce Atatürk’le görüşüp görüşmediğinin cevabını arayacağım. Şimdi biraz geriye gidelim ve Seyit Rıza’nın nasıl yakalandığını anımsayalım.

Prens Sabahattin ve Adem-i Merkeziyetçilik

Prens Sabahattin ve Adem-i Merkeziyetçilik

Bugün pek çok kişi cumhuriyet ile demokrasiyi eşdeğer görür. Halbuki bugün dünya yüzünde adı cumhuriyet olup diktatörlük olan pek çok ülke, adı monarşi olup rejimi demokrasi olan pek çok ülke vardır. Öte yandan bir devlet, merkezileştikçe demokratiklikten uzaklaşır, merkeziyetçilikten uzaklaştıkça demokratikleşir. Osmanlı döneminde “adem-i merkeziyetçilik” tartışmasını başlatan kişi Prens Sabahattin’dir.

Türkiye’nin İlk Nüfus Sayımı

Türkiye’nin İlk Nüfus Sayımı

1927 yılında Cumhuriyet Türkiyesi’nde modern anlamda ilk nüfus sayımı yapıldı. Bu sayıma geçmeden önce kısaca geçmiş dönemin nüfus sayımlarının özelliklerini anımsayalım. Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet, halkını 15-16. yüzyıllardan itibaren tahrir defterleri (genel nüfus kayıtları), 17-19. yüzyıllardan itibaren avarız (olağanüstü vergi) ve cizye (Gayrimüslimlerden alınan vergi) defterleri ve 19. yüzyıldan itibaren temettüat (gelir) defterleri aracılığıyla kayıt altına almıştı. Bu kayıtların esas işlevi, elbette vergi ve asker toplamaktı. 1876 yılında, bir istatistik teşkilatı kurulmuş, başına da bir Rus uzman getirilmiş, ancak 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı patlayınca, Rus uzmanın işine son verilmişti.

Sürgünler Diyarı Trablusgarp

Sürgünler Diyarı Trablusgarp

Bugünkü Libya’yı oluşturan üç bölgeden biri olan Trablusgarp (diğer bölgeler Bingazi ve Sirenayka idi) Osmanlı Devleti’ne 1559’da bağlandı ve Akdeniz’deki üç Garp Ocağı’ndan ikincisi (birincisi Cezayir’de, üçüncüsü Tunus’ta idi) Trablusgarp’ta oluşturuldu. Bölge uzun süre “Dayı” denen yerel beylerle yönetildi ama bölgedeki aşiretlerin gerektiğinde birbirlerine karşı Avrupalılarla bile işbirliği yaptığı fark edilince, bölgenin idaresi ve güvenliği için merkezden asker gönderildi. Ağırlıklı olarak Aydın, İzmir, Manisa, Muğla gibi Batı Anadolu’dan toplanan çoğu devşirme levendlerin ve yeniçerilerin evlenmeleri yasaktı. Ancak bu yasak zamanla delindi ve Osmanlı-Arap-Bedevi karışımı Kuloğulları denen toplumsal kesim ortaya çıktı.

Terör Kavramının Tarihi

Terör Kavramının Tarihi

Terör, kelime olarak Latince “allak bullak eden, felç eden aşırı derecedeki korku” anlamına gelen “terror” kelimesinden 14. Yüzyılda Fransızcaya “terreur” olarak geçmiş. 1789 Fransız İhtilali’nden sonra, iktidarı kaybeden soyluların, kilisenin ve Britanya’nın yardımıyla iktidarı yeniden ele geçirmeye teşebbüs etmesi üzerine iktidardaki Jakobenler, Eylül 1793’ten Temmuz 1794'a kadarki 10 ay, “karşı devrimci” olarak gördükleri ve “iç düşman” diye etiketledikleri halk yığınlarını giyotine yollamışlar, bu kanlı dönem tarihe “Terör Rejimi” (Regime de le terreur) olarak geçmişti ve Fransız devrimcileri kendilerini gururla “terörist” olarak adlandırmışlardı.

Dünyayı Altüst Eden Büyük Yalanlar

Dünyayı Altüst Eden Büyük Yalanlar

"Kamuoyunu etkilemek ya da bir gerçeği gizlemek için kasıtlı ve çoğunlukla örtülü biçimde yayılan yanlış haber" anlamına gelen dezenformasyon teriminin kökeni Rusça "dezinformatsia" sözcüğüdür. İlk olarak Batı literatüründe, 1917 Bolşevik Devrimi ile ortaya çıkan SSCB'ye yönelik ideolojik kampanyaları tanımlamak için kullanılmıştır ancak dezenformasyon deyince akla ilk olarak Hitler’in Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels gelir. Aslında tüm devletler birer dezenformasyon uzmanıdır. ABD ise dezenformasyon konusunda bir “dünya markası”dır.

Mussolini ve Kara Gömleklileri

Mussolini ve Kara Gömleklileri

Faşizm terimi eski Roma Cumhuriyeti’nde konsüller önünde taşınan ve onların otoritelerini gösteren bir baltanın sapına düzenli şekilde sarılmış değneklerden oluşan demetin adından gelir. İtalyan faşizmi, Mussolini’nin lideri olduğu Partito Nazionale Fascista (Ulusal Faşist Parti)’nin 1922 ile 1943 yıllarında içerisinde İtalya Krallığı'nda; 1943 ile 1945 yılları arasında ise İtalya'nın kuzeyinde kurulan İtalyan Sosyal Cumhuriyeti adlı kukla yönetimin resmi ideolojisinin adıdır.

Şeyh Ubeydullah İsyanı’ndan Mahabad Cumhuriyeti’ne

Şeyh Ubeydullah İsyanı’ndan Mahabad Cumhuriyeti’ne

1880 yılında hem Osmanlı Devleti’ni hem İran’daki Kaçar Devleti’ni hedef alan Hakkâri-Şemdinanlı Şeyh Ubeydullah İsyanı, İran Kürt etnik kimliğinin siyasallaşma evresine geçişin başlangıcı oldu. 1918 sonrasında, Şikaklardan İsmail Ağa Simko’nun Kürt ve Azeri bölgelerindeki egemenliği, Kürt siyasi bilincinde önemli bir sıçramaya olanak sağladı. 1946’da Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin kurulması siyasi mücadelenin kazanıldığını düşündürdü, ancak bu mutlu dönem çok sürmedi.

Sabatay Sevi, Rivayetler ve Gerçekler

Sabatay Sevi, Rivayetler ve Gerçekler

Sabatay Sevi 1 Ağustos 1626’da İzmir'de, büyük olasılıkla İspanyol kökenli Yahudi bir ailenin üç oğlundan biri olarak dünyaya gelmişti. Adının, Cumartesi günü doğmasından dolayı İbranice “7. Gün” anlamına gelen Şabbat kelimesinden geldiği rivayet olunur. İzmir’de İngiliz Levant Company'de çalışan babası Mordehay Sevi’nin aksine küçük yaştan itibaren dini ve mistik konularla ilgilenmeye başlayan Sabetay, şehrin en ünlü hahamlarından (ve ilerde kendisinin en büyük muhalifi olarak) Joseph Eskapha'nın öğrencisi olmuş ve daha 18 yaşındayken akranları arasından sıyrılıp hahamlık icazeti almıştı. Bu tarihten sonra mistik konulara daha da yoğunlaşan Sabatay, okuduklarının da etkisiyle 1648 yılında henüz 22 yaşındayken kendisinin Yahudilerin yüzyıllardır bekledikleri Mesih olduğuna inandı, 1665’te bunu açıklamaya giden yol ve sonrasında yaşananlar Sabataycılık (veya Dönmelik) inancını şekillendirdi.

“Mumsöndü” İthamının Tarihi

“Mumsöndü” İthamının Tarihi

Antik Yunan ve Roma'da “orgia” (orji), çeşitli tanrılara tapınmada uygulanan herhangi bir töreni anlatan kutsal bir terimdi. Zaman içinde pagan tanrılar Bacchus ve Dionysos'un onuruna düzenlenen, genellikle coşkulu veya çılgınca danslar, şarkılar ve bolca içkiyle kutlanan gizemli kültleri ve ayinleri ifade eden bir terim oldu. Romalı tarihçi Livy'ye (ö.17) göre, bu törenler karanlığın "özgür erkek ve kadınların rastgele çiftleşmesini" ve ara sıra cinayetleri gizleyebilmesi için geceleri yapılırdı ve bu, din kisvesi altında klasik bir ahlaksızlık vakasıydı. Erken İslami kaynaklarında “mum söndü” benzeri ithamlara maruz kalanlar da Mazdekilik, Hürremilik, Babekilik, Deysanilik ve Karmatilik gibi, Sünni ulema tarafından “heretik/sapkın” ilan edilen mezheplerin mensuplarıydı. Osmanlı’nın Sünni uleması ise doğrudan Kızılbaşları hedef aldı. Ardından açık ya da örtük suçlama dairesi büyüyerek günümüze kadar geldi. Hatta, CB Erdoğan, “sadece sapkın zevklerin üzerine inşa edilmiş Alevilik” olmaz bile dedi! Bu söylemin altında ne yatıyor? Gelin tarihten örneklerle anlamaya çalışalım…

Osmanlı'da Köpeklerin Sergüzeşti

Osmanlı'da Köpeklerin Sergüzeşti

İstanbul’un köpeklerinin Bizans’tan miras kaldığı sanılır. Eflak’tan Fatih Sultan Mehmed’e üç, dört tane tazı ve zağar ile birlikte birkaç sekson gönderilmesinin ardından padişah “onları beslemeye başka bir oda olsa” buyurduğunda Yeniçeri Ocağı’nda “seksoncu ortası” kurulmuştu. Osmanlı tarihçisi İsmail Hakkı Uzunçarşılı “sekson” cinsi köpeği harp köpeği olarak tanımlar ve anavatanının Saksonya olduğunu söyler. İlk köpek itlafı (toplu öldürme) ise Kanuni Sultan (I.) Süleyman’ın (hd 1520-1566) kayınbiraderi ve sadrazamı Lütfi Paşa tarafından Şam’da yapılmıştı. İlk köpek tehcirini (sürgününü) ise I. Ahmed’in (hd 1603-1617) sadrazamı Nasuh Paşa, başkentin Suriçi bölgesindeki köpekleri Üsküdar’a atarak gerçekleştirdi.

II. Abdülhamid’in Serveti ve Miras Davaları

II. Abdülhamid’in Serveti ve Miras Davaları

Osmanlı padişahları Ayazağa, Kandilli, Yapağıcı, Bahşâyiş ve İzzeddin çiftlikleri dışındaki bütün emlâk ve çiftliklerin hasılatları ile “ma'den-i hümâyun hâsılatı”, “havâss-ı celîle”, “mukātaat” gibi bazı gelirlerle geçinirlerdi. 1839’da Tanzimat Fermanı ile bunlar kaldırılıp yıllık 12 bin 500 lira maaş bağlandı padişahlara. Tahsisat 1856’da aylık 20 bin liraya çıktı, buna bağlı olarak da Hazine-i Hassa denilen padişah hazinesinin hacmi ve teşkilatı büyüdü. 1876’da tahta çıkan II. Abdülhamid döneminde ise, Tanzimat'la birlikte devlet hazinesine geçen mülkler tekrar padişah hazinesine alındı. Padişah adına yeni emlâk alımları en yüksek seviyeye ulaştı, bunlara çeşitli kaynaklarının eklenmesiyle Hazine-i Hassa hacim ve teşkilat bakımından genişledikçe genişledi. Öyle ki 1903 yılında Abdülhamid’in dünyanın en zengin 3. kişisi olduğu tahmin ediliyordu.

Troçki Cinayeti

Troçki Cinayeti

Bildiğimiz adıyla Leon/Lev Troçki 7 Kasım 1879'da Ukrayna'nın Yanovka kentinde Lev Davidovich Bronshteyn adıyla doğdu. 1898 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne üyelikle başlayan politik yaşamı Çarlık rejimini devirmek için mücadele, sürgünler, 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra yeni rejimin örgütlenmesine katkı, Kızıl Ordu’nun kuruluşuna ön ayak olmakla şekillenmişti. Lenin’in 1924’te ölümünden sonra tek ülkede sosyalizm anlayışına ve bunun politik sonuçlarına karşı uzlaşmaz bir kavga yürüterek, tüm gücüyle enternasyonalizm ve dünya devrimi bayrağını Lenin’in bıraktığı yerden daha ileri taşıma iddiasıyla Stalinle girdiği politik kavgayı kaybeden Troçki 18 Ocak 1929 tarihinde Sovyetler Birliği’nden kovuldu ve 50. yaşına sürgünde girdi. Hayatı ise Stalin'in bir ajanı tarafından kafasına aldığı buz baltası darbeleri sonucu, 21 Ağustos 1940'da ülkesinden çok uzaklarda Meksika'da sonlanacaktı.

Osmanlı’da Matbaanın Serencamı

Osmanlı’da Matbaanın Serencamı

1984 yılında, Suriye’nin Tell Brak sit alanında, M.Ö. 4000’li yıllardan kalma iki küçük kil tablet bulunmuştu. Dikdörtgenimsi biçimli bu tabletlerin üzerlerinde belli belirsiz figürler vardı. Üstte birer çukur, altta çöp hayvanlar… Belki bir keçi, belki bir koyun... Arkeologlar çukurların 10 sayısını ifade ettiğini düşündüler ve tabletlerde “burada 10 keçi veya koyun vardı” yazılı olduğunu tahmin ettiler. Bu tabletler, günümüze ulaşmış ‘tarihin en eski basılı sayfaları’ idi. Biz de 9 Ağustos Dünya Kitapseverler Günü vesilesiyle bu hafta kitabın tarihine göz atalım...

Japonya’yı Teslime Atom Bombaları mı Zorladı?

Japonya’yı Teslime Atom Bombaları mı Zorladı?

Birçok Amerikalı, 6 Ağustos 1945 günü Hiroşima’nın, 9 Ağustos 1945 günü Nagazaki'nin bombalanmasının İkinci Dünya Savaşı'nı sona erdirdiğine inanıyor. Ancak Ward Wilson, “The Bomb Didn’t Beat Japan … Stalin Did” (20 Mayıs 2013, Foreign Policy) başlıklı yazısında yukarıdaki iddia da dahil olmak üzere şu beş miti sorguluyor: 1. Nükleer caydırıcılık bir krizi çözmekte güvenilir bir unsurdur. 2. Yıkımların büyüklüğü savaşların kazanılmasını sağlar. 3. Nitekim Japonya, teslim olmaya iki atom bombasının şoku üzerine razı oldu. 4. Atılan bombalar 65 (şu an 78) yıldır barış içinde yaşamamızı sağladı. 5. nükleer cini şişeye geri sokmak mümkün değildir. Dikkat ederseniz bu beş mitten sadece biri, Japonya’nın teslimine atom bombaları mı sağladı konusu olgusal olarak irdelenebilir. Şimdi bunu yapacağız.

Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi’nde Kadın Giyimi Siyasaları

Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi’nde Kadın Giyimi Siyasaları

Adı biçimi, rengi, deseni farklı olsa da kadının örtünmesi insanlık tarihi ile yaşıt sayılır. Bazen vücudu doğadan korumak için, bazen adet, ergenlik, evlilik, savaş, zafer, çile, ölüm ve yeniden diriliş gibi olayları simgeleştirmek için kadının örtünmesi istenmiştir. Mitoloji, büyü ve çok tanrılı dinler de kadınların örtünmesine bolca gerekçeler sunmuş, normlar koymuşlardır ama kadın giyimine en çok tek tanrılı dinler karışmıştır. Bu programda Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde kadınların 700 yıllık "görünür olma" mücadelesine bir göz atacağız.

Lozan’da Kürtler ve Kürt Meselesi

Lozan’da Kürtler ve Kürt Meselesi

4 Kasım 1922 tarihinde TBMM’de Lozan Heyeti’nin yapacağı işlerin görüşülmesi sırasında Dersim Milletvekili Diyap Ağa söz almış ve şöyle demişti: Allah muinleri olsun. Hangisini münasip görmüş ise öyle eylesin. Hamdolsun gidenler dinini, diyanetini bilir adamlardır. Heyet içinde bulunanlar zannederim, kendi dinine, diyanetine hiyanet etmek istemez. (Alkışlar) Hepimiz biriz. Ne Türk, ne Kürtlük davası vardır. Hep biriz, kardeşiz. (Bravo sesleri, alkışlar) Bir kişinin beş on oğlu olur. Biri Hasan, biri Ahmed, biri Hüseyin, biri Mehmed isimli olabilir. Fakat hep bir insandırlar. Biz de öyleyiz. Yoksa ayrı, gayrimiz yoktur…

14-16 Temmuz 1959 Kerkük Katliamı'nın Öteki Hikayesi

14-16 Temmuz 1959 Kerkük Katliamı'nın Öteki Hikayesi

24 Şubat 1955’de Türkiye adına Menderes ve Irak adına Nuri Sait Paşa arasında imzalanan Bağdat Paktı’na Nisan’da İngiltere, Eylül’de Pakistan, Kasım’da İran katılmıştı. ABD’nin gözlemci statüsüyle katıldığı paktın İstanbul’daki toplantısının yapılacağı 14 Temmuz 1958 günü, Arap Birliği politikası kapsamında Mısır tarafından desteklenen General Abdülkerim Kâsım Irak’ta darbe yapmıştı. Darbe sırasında, Kral II. Faysal, Veliahd Prens Abdülillah ve Başbakan Nuri Said Paşa linç edilerek öldürülmüş, cesetleri arabalarla bir süre sokaklarda sürüklenmiş ve sonrasında Adalet Sarayı’nın kapısına asılmışlardı. Bundan sonra yaşanan olaylar, ironik biçimde Irak tarihinin en demokrat ve çoğulcu lideri olacak olan Abdülkerim Kasım'ın niyetlediğinin aksine, Irak’ın Kürt, Arap ve Türkmen etnik grupları ile milliyetçi ve komünist grupları arasındaki ilişkilerin giderek kötüleşmesine neden oldu. Bu gruplar arasındaki en kanlı olaylar ise devrimin birinci yıldönümü kutlamaları sırasında, 14-16 Temmuz 1959 günlerinde Kerkük’te yaşandı.

Anadolu’nun Arkeolojik Hazineleri: Kaçırıldı mı Hediye mi edildi?

Anadolu’nun Arkeolojik Hazineleri: Kaçırıldı mı Hediye mi edildi?

İngiliz arkeoloğu Sir Charles Fellows 1838 yılında İzmir’e geldi, ardından Güneybatı Anadolu’da araştırma gezilerine başladı. Bu tarihe kadar batılı seyyahlar Likya kültürünü bilmiyordu. Fellows, Xanthos, Tlos, Myra ve Olympos gibi Likya kentlerinde araştırmalar yaptı. Bu gezilerin bilimsel raporlarını yayımladıktan sonra, Fellows’u finanse eden British Museum yöneticileri, Başbakan Palmerston’dan II. Mahmud’a müraacat edip Likya’da Fellows ve ekibi tarafından bulunan lahitlerin bir kısmını talep etmesini istediler. Saray önce izin vermek istemedi ama 1839 yılı sonlarına doğru Likya’ya ikinci kez gelen Fellows, bireysel olarak 1841’de izni kopardı ve 1842-1844 arasında Harpy Anıtı, Nereidler Anıtı ve Aslanlı Mezar’ı British Museum’a taşıdı. II. Mahmud’un yolunu Abdülmecid, Abdülaziz ve en çok da II. Abdülhamid izleyecekti…

1993 Sivas Katliamı’na Giden Yol

1993 Sivas Katliamı’na Giden Yol

27 Mayıs 1960’ta Demokrat Parti iktidarını deviren Milli Birlik Komitesi’nin Ankara ve İstanbul üniversitelerinden hukuk profesörlerine hazırlattığı 1961 Anayasası’nın 19. maddesinde “din ve vicdan özgürlüğü” yani egemen Sünni inanç dışında herhangi bir dine, mezhebe inanmak ya da inanmamak anayasal haklar arasında sayılıyordu. İki yıl sonra Ankara’daki farklı fakültelerden 50 kadar Alevi üniversite öğrencisi adına Seyfi Oktay ve Mustafa Timisi’nin başını çektiği bir heyet, 1 Mayıs 1963’te gazetelerde boy gösterecek bir basın açıklaması yaptı. Bildiride devletin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın her türlü inanca eşit mesafede durmasını ve laiklik prensiplerine göre hareket etmesini; Alevilere de bu düzlemde yaklaşılmasını istiyordu.

Osmanlı'nın "Türk" Algısı

Osmanlı'nın "Türk" Algısı

Osmanlı’nın aslında Türk olmaktan hoşnut olmadığını, "Etrak-ı bi idrak" (İdraksiz Türkler), "Etrak-ı na pak" (pis Türkler), "bed lika Türk" (çirkin Türk), "baği Türk" (haydut Türk) diyerek Türkleri aşağı gördüklerini söyleyenler haklı mı? Buna cevap vermek kolay değil. Çünkü Osmanlı elitlerinin, tarihçilerinin, şairlerinin Türklüğe bakışı tek tip değildi. Kaynaklarda zamana göre, yerine göre ‘Türk’ sözcüğü bazen olumlu, bazen olumsuz, bazen nötr bir terim olarak ortaya çıkıyordu.

1000 Yıllık Yolculuk: Tourkia, Rum İli, Türkiye

1000 Yıllık Yolculuk: Tourkia, Rum İli, Türkiye

Yunanca, Tourkia ismi (Yunanca: Τουρκία) ilk defa Bizans imparatoru VII. Konstantinos Porfirogennetos'un (hd 905-959) yazdırdığı De Administrando Imperio kitabında geçmektedir. Fakat kitapta "Türkler" derken Macarlar kastedilmiştir. Benzer olarak Hazar Kağanlığı'na da Bizans kaynaklarında Tourkia denilmiştir. Bizanslılar ancak 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra "Türklerin" Anadolu'da yaşadığı yerlere Tourkia demeye başlamıştır. Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos’un (hd 1081-1118) Haçlı komutanlarından Flandre Kontu Robert’e yazdığı mektupla başlayan sayısız yazışmanın sonucu ortaya çıkan "Türk" imgesi ise şöyledir: "Türkler dinsiz ve insansal yönden hoşgörüsüz, kaba, hoyrat, yıkıcı, vicdansız, acımasız, ahlak kuralları gözetmez, iğrenç eylemleri sonucu en korkunç günahları işlemeye yatkın, ancak gözüpek kişilerdir."

Sene 1932: Ankara'da Bir Suudi Prensi

Sene 1932: Ankara'da Bir Suudi Prensi

Türkiye Suudi ailesinden Abdülaziz'in 1926'de kendini Hicaz ve Necd Kralı ilan etmesini tanımakla kalmadı, 5 Haziran-6 Temmuz 1926'da Mekke'de toplanan hilafet konferansına da temsilci gönderdi. Ama en sıcak ilişkiler, Abdülaziz'in oğlu Emir Faysal'ın 8-23 Haziran 1932 tarihindeki Türkiye ziyaretinde kuruldu. Mustafa Kemal Atatürk döneminde, Suudilerle ilişkiler samimi değil, ama gayet barışçıl ve dostane idi. Taraflar birbirinin işine karışmamış, rejimlerini birbirine empoze etmeye kalkmamıştı. 1938 sonrasında Türkiye-Suudi ilişkileri zaman zaman soğudu, zaman zaman sıcaklaştı; ancak hiçbir zaman günümüzdeki gibi öngörülemez olmadı.

Cumhuriyet’in “Kahraman” Prototipi Topal Osman Kimdir?

Cumhuriyet’in “Kahraman” Prototipi Topal Osman Kimdir?

Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın çevresinden Falih Rıfkı Atay Çankaya kitabında “Savaş bitip de İngilizler ve müttefikleri, İttihatçı ve hele Ermeni “öldürüşçülüğünün” hesaplarını sormak yoluna gidince, ne kadar gocunan varsa silahlanıp bir çeteye katılmıştır” der. Bu kişilerin her birinin hikayesi çok ilginçtir ama Topal Osman’ın temsili nitelikteki öyküsü hepsinden daha zihin açıcıdır. Cihan Harbi’nden sonra galipler İttihatçılığın ve Ermeni “öldürücülüğünün” hesabını sormaya kalkınca silahlanıp çete kuranlardan birinin hikayesi hepsinden daha zihin açıcıdır.

21 Mayıs 1864: Çerkeslerin Kara Günü

21 Mayıs 1864: Çerkeslerin Kara Günü

1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım’ın Osmanlı Devleti’nden kopması, 1783’te de Ruslar tarafından işgal edilmesi artık çanların Çerkesler için çalması anlamına geliyordu. 1787-1792, 1806-1812 ve 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşlarında Osmanlı’dan yana olan Çerkeslerin kaderi, sonuncu savaşı (da) Rusların kazanması üzerine radikal biçimde değişti. 1829 Edirne Antlaşması’yla Çerkesya Rusya’ya bırakıldı. Çar I. Nikola, Özel Kafkasya Kolordu Komutanı Kont İvan Fyodoroviç Paskeviç’e, “Dağlılar” dediği bölge halkları için sadece iki seçenek olduğu söylemişti: Bunlardan ilki “Dağlı halkları ebediyen itaat altına almak”, ikincisi “itaat etmeyenleri yok etmek” idi.

Düellonun Tarihi-II

Düellonun Tarihi-II

“Dünya üzerindeki en iğrenç halk” sorusuna “Flamanlar, Yahudiler ve Türkler” diye cevap veren Voltaire şöyle der: “Türklerin sırtına yüklediğimiz iftiralar koskoca bir kitap olur. Ben, kadınları baskı altında tutan, güzel sanatlara ilgisiz davranan Türkleri sevmem fakat iftiradan o kadar iğrenirim ki, onlara dahi çamur sıçratılmasına katlanamam. Türkler gururludurlar fakat asilzadelik taslamazlar. Cesurdurlar, yiğittirler ama düello etmezler. Çünkü ancak savaşa giderken kılıç taşırlar. Özel yaşamlarında silahsızdırlar. Bunun aksine, barbarlık ve şövalyelik çağlarından beri Avrupalılar için, belinde kocaman kılıçla yemek masasına oturmak bir şeref meselesi olmuştur. Türkler ise gösterişi sevmezler.” Voltaire takma adıyla tanıdığımız, 1694-1778 yılları arasında yaşamış olan büyük Fransız düşünür François Marie Arouet’nin dediği gibi, ya da 20. yüzyılın büyük gazetecisi Çetin Altan'ın dediği gibi Türklerde düello yok muydu?

Düellonun Tarihi-I

Düellonun Tarihi-I

Düello, iki kişi arasında bir onur sorununu çözmek için belirli kurallara göre ölümcül silahlarla yapılan dövüşlere denir. Düello adlandırması Latince duellum İtalyancaya aktarılarak yayılmış. Latincede aynı anlama gelen bellum (savaş) kelimesi yerine de kullanılırmış. Düellonun ilk biçimi, çarpışma yoluyla haklı tarafı belirlemek için başvurulan yargısal düellodur. Germen kabilelerinin kendi aralarında çatışmaları teke tek kılıç dövüşüyle çözdükleri bilinir. Kayıtlara geçmiş ilk düello ise Strasbourg yakınlarında 858 yılında “Kel” Charles ve kardeşi “Almanyalı” Louis arasındaki ihtilaf sebebiyle gerçekleşmiş. İki kardeşin kıyasıya çarpıştığı düello sonucunda Charles, kardeşi tarafından öldürülmüş. 11. yüzyıldan itibaren düello bir orman yangını gibi tüm Avrupa'ya yayılmış...

Hamdullah Suphi’nin Gaga(v)uzları

Hamdullah Suphi’nin Gaga(v)uzları

1931’de Türk Ocakları’nın Halkevlerine dönüştürülmesi sürecinde “kalemi kırılan” ve adı konmasa da Romanya’nın Bükreş Sefaretine “gönüllü sürgün” edilen Hamdullah Suphi Tanrıöver’in gayretleriyle Türkiye ile Romanya arasında 1936’da imzalanan Göç Mukavelenamesi’ne göre Dobruca’da yaşayan Müslüman Türklerin ve Tatarların Türkiye'ye göçlerinin 1940’ta sona ermesi gerekiyordu. Ancak savaş yüzünden son kafile 1941'de Romanya'dan ayrıldı. Tanrıöver’in Romanya’da “keşfettiği” Hıristiyan Türklerin yani Gagavuzların göçü ise sembolik bir grup dışında mümkün olmadı. Çünkü Türkiye’deki siyasi elitler Türk millî kimliğinin parçası olarak İslam dinine bağlı olmayı hala önemli görüyorlardı. Türkiye'ye getirilen küçük grup ise, Fener Rum Patrikliği'nin gücünü kırmak için 1920'lerde Ankara tarafından Papa Eftim'e kurdurulan Türk Ortodoks Kilisesi'ne cemaat yapılmaya çalışıldı. Ancak o proje de başarısız oldu.

Atatürk Dönemi’nin Emek Politikaları

Atatürk Dönemi’nin Emek Politikaları

15 Mayıs 1919’da Yunan birliklerinin İzmir’i işgaliyle başlayan Milli Mücadele döneminde 1917 Bolşevik Devrimi’nin ve Almanya’daki Spartakist hareketin etkisiyle Anadolu’da bir dizi sosyalist, komünist örgütlenme ortaya çıkmıştı. Kemalist hareketin İtilaf Güçleri’ni ülkeden çıkarmak için Sovyet Rusya’nın askeri ve mali yardımına muhtaç olduğunun iyice ortaya çıktığı 1920 yılında ise komünizme sempati zirveye çıkmıştı. Ancak 1923'te Cumhuriyet kurulduktan sonra hikaye çok farklı gelişti...

1915’in Provası: 1909 Adana Faciası/Katliamı/İğtişaşı

1915’in Provası: 1909 Adana Faciası/Katliamı/İğtişaşı

1909 yılında İstanbul'da yaşanan 31 Mart Olayı ile eş zamanlı olarak başka merkezlerde de kalkışmalar olmuştu ama en önemlisi Adana’da Osmanlı kaynaklarına göre ‘Adana İğtişaşı’ (karışıklığı), Ermeni kaynaklarına göre ‘Adana Faciası’, misyoner kaynaklarına göre ‘Adana Katliamı’ diye anılan kanlı olaylardı.

Ayrılmaz Üçlü: Erkek, Savaş ve Tecavüz

Ayrılmaz Üçlü: Erkek, Savaş ve Tecavüz

Antik çağlardan beri “zafer kazanan talan yapar” ilkesi uyarınca talanın en önemli parçasını kadınlar oluşturmuştur. Bu bağlamda tecavüz suç değil, hak kategorisine giriyordu. Kadınlara esir alınmadan önce mutlaka tecavüz edilir, esir alındıktan sonra sahibinin dışında herhangi biri tarafından tasallutla bulunulursa, işte o zaman sorun çıkardı, fakat bu da en fazla mala karşı işlenmiş suç sayılırdı ve burada muhatap ganimeti kaldıran taraftı. Kaygı, onun zararlarını karşılayamama konusundaydı.

“Kürtleri deftere kaydeden” Erivan Radyosu

“Kürtleri deftere kaydeden” Erivan Radyosu

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bloklar arasındaki radyo savaşları, Ortadoğu’ya da taşınmış, ABD ve müttefiklerinin desteğiyle Irak'ta, Lübnan'da, Mısır'da ve İran'da Kürtçe yayın yapan birçok radyo istasyonu kurulmuştu. SSCB'nin bunlara cevabı ise 40'ı aşkın farklı dil ve lehçede yayın yapan Rusya'nın Sesi Radyosu oldu. Bunlardan Erivan Radyosu ise, Kürtçe yayınları ile Kürt modernleşmesinin, Kürt aydınlanmasının, Kürt hafızasının inşaa sürecinin önemli unsurlarından biri olmakla kalmadı, Kürt stran ve klamlarının arşivlenmesinde önemli rol oynadı.

Bir İnsanlık Davası: Savaş Suçlarının Cezalandırılması

Bir İnsanlık Davası: Savaş Suçlarının Cezalandırılması

Savaş düzeni ve atlı savaşçılara ilişkin kuralları içeren ilk hukuk metinleri 10. yüzyılda İtalya’da kaleme alındı. Orta Çağda, savaş hukukunun gelişmesinde kilisenin önemli bir rolü olmuştu. Kilise konseyleri, savaşan taraflar arasında hakemlik rolünü üstlenmişler, savaş hukukuna ilişkin kimi kurallar da koymuşlardı. Yine de savaş sırasında “Tanrı ve insanlık yasalarının ihlal ettiği için" yargılanan ilk kişi, 1474 yılında Brisekh şehri işgal edildiğinde Yukarı Rhine Bölgesi askeri valisi olan Peter de Hegen Bakh’dir.

Soğuk Savaş’ın Radyo Cephesi

Soğuk Savaş’ın Radyo Cephesi

Rusya’nın Ukrayna işgali dolayısıyla sıklıkla andığımız Soğuk Savaş, 5 Mart 1946’da İngiliz siyasetçi ve devlet adamı Winston Churchill’in ABD, Missouri’deki Fulton kasabasındaki Westminister Koleji'nde yaptığı ve için Demir Perde teriminin geçtiği uzun konuşma ile başlatılır, 1989-1991’de SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun dağılmasıyla sonlandırılır. Soğuk Savaş özetle ABD ile Sovyetler Birliği ve onların müttefikleri arasındaki çatışma, gerilim ve rekabet dönemiydi. Bu dönem boyunca, iki süper güç arasındaki mücadele sıcak çatışmayla sonuçlanmadı ama rekabet birden fazla arenada ortaya çıktı: Yüksek maliyetli savunma harcamaları; muazzam bir konvansiyonel ve nükleer silahlanma yarışı, ideolojik, psikolojik ve casusluk savaşları; spor rekabeti, uzay yarışı başta olmak üzere askeri, endüstriyel ve teknolojik gelişmelerde yarış, askeri koalisyonlar ve vekâlet savaşları.... Bunlar arasında en ilginci de radyo savaşları idi...

İstanbul’un İşgali, “Beyaz At” Efsanesi, Malta Sürgünleri

İstanbul’un İşgali, “Beyaz At” Efsanesi, Malta Sürgünleri

Mondros Mütarekesi görüşmeleri sırasında en büyük tartışmalar İstanbul’un işgal edilip edilmeyeceği konusunda olmuştu. Sonunda Osmanlı Hükümetine güvenliği ve düzeni kontrol edebildikleri sürece işgal olmayacağına dair güvenceler verilmişti. 7 Kasım 1919’da İtilaf Kuvvetleri adına İstanbul’a gelen iki İngiliz subayının görevi, Harbiye ve Bahriye nezaretleri katında irtibat subaylığı yapmaktı. Ertesi gün de ilk Fransız askerî heyeti geldi. Bu iki grubun gelişi sessiz olmuştu. Ancak 8 Kasım’da İtilaf Kuvvetleri’nin Ariane adlı mayın tarama gemisi Galata rıhtımına yanaştı. Ardından işgal genişledi...

Ben Gurion ve Ben-Zvi’den Herzog’a

Ben Gurion ve Ben-Zvi’den Herzog’a

14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin Kuruluş Beyannamesi’ni okuyan kişi David Ben Gurion, Beyannameye imzasını atanlardan biri de Ben Zvi idi. Ben Zvi iki dönem Knesset'e seçildi. Kasım 1952'de Cumhurbaşkanı Chaim Weizmann'ın ölümü üzerine 8 Aralık'ta cumhurbaşkanı seçilerek bu görevi üç dönem olarak ölümüne kadar sürdürdü. Ben Gurion 1948-1955 ve 1955-1963 arasında iki kez Başbakanlık görevini üstlendi. Bu iki şahsın iktidar döneminde neler olmadı ki?

Stalin Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı İstedi mi?

Stalin Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı İstedi mi?

İkinci Dünya Savaşı’nın ikinci yılında, 18 Haziran 1941’de Türk-Alman Dostluk Anlaşması’nın imzalanması üzerine o güne dek “aktif tarafsızlık” politikası izleyerek savaştan uzak kalmayı başaran Türkiye’de adeta bayram havası esmişti. Müttefik Devletler Türkiye’nin tarafsızlıktan vazgeçip Mihver Devletleri’nin yanında savaşa girmesinden endişe ediyorlardı. Ancak 200 gün süren Stalingrad muharebesinin 2 Şubat 1943’te Sovyet halklarının zaferiyle sonuçlanmasıyla bu ihtimal azalmış buna karşılık Müttefiklerin yanında savaşa girmesi ihtimali güçlenmişti. Bu konu Müttefiklerce 30-1 Şubat 1943’te Adana Konferansı ve 28 Kasım 1943’te Tahran Konferansı’nda ele alındı. Bu sefer Stalin şüpheciydi: “Ne kadar baskı yaparsak yapalım Türkiye’nin savaşa gireceğini sanmıyorum” diyecekti. Tahran Konferansı’nın ikinci oturumunda Churchill Stalin’e dedi ki: “Eğer Türkiye savaşa girme teklifimizi reddederlerse bunun ciddi siyasi sonuçları olacağını Türkiye’ye söyleriz. Özellikle Boğazların statüsünü etkileyen konularda…” Stalin o gün cevap vermemişti ama konu üzerine ciddiyetle düşünmeye başlaması muhtemelen o gün olmuştu…

Holodomor: Gerçek mi, Kurgu mu?

Holodomor: Gerçek mi, Kurgu mu?

“Holodomor gibi aşırı zorlayıcı meseleleri gündeme getirmiyoruz, çünkü hemen siyasallaştırıyoruz. Halbuki bunlar geçmişin ortak sorunları.” Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin 2008'de böyle demişti. "Holodomor" Ukrayna dilinde “kıtlık yoluyla yok etme” diye çevrilebilir. Ukraynalı milliyetçilerin iddiasına göre 1933'te Ukrayna, Joseph Stalin'in Sovyet rejimi tarafından yönetilen "insan yapımı bir kıtlık" yaşadı. Bunun sonunda yaklaşık 10 milyon Ukraynalı telef oldu. Önce "resmi tezler"e, sonra da "öteki tezler"e bakalım.

Cumhuriyet’in Kürtçe Yasakları

Cumhuriyet’in Kürtçe Yasakları

21 Şubat, 1999’dan beri Birleşmiş Milletler (BM) Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından Uluslararası Anadil Günü olarak kutlanıyor. TDK sözlüğüne göre "ANADİL, kendisinden başka diller veya lehçeler türemiş olan dildir. ANADİL HAKKI ise "anadil" niteliğinde bir dili konuşanların bu dilde eğitim görme, basın yayın faaliyetinde bulunma, mahkemelerde ve devlet dairelerinde bu dili kullanma, çocuklarına ve yaşadıkları yerlere bu dilden isimler verme hakkı olarak özetlenebilir. Cumhuriyet tarihi boyunca devletin başta Kürtçe olmak üzere “ANADİL” politikalarına gelince:

Emek Tarihinin “Şanlı” Sayfaları

Emek Tarihinin “Şanlı” Sayfaları

4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile başlayan (Mete Tunçay'ın deyimiyle) ‘solda sükûn dönemi’ ancak Cemiyetler Kanunu’ndaki değişikliklerin yürürlüğe girdiği 10 Haziran 1946’da bitmişti ama bu tarihten itibaren kurulan altı sosyalist partiden sadece Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun liderliğini yaptığı Türkiye Sosyalist Partisi (TSP) ile Dr. Şefik Hüsnü’nün liderliğini yaptığı Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) etkili olabilmişti. Bu iki parti de 1925’den beri yeraltında faaliyet gösteren Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kadroları tarafından kurulmuştu aslında. Bu partilere paralel olarak kimi kendiliğinden, kimi komünistlerin öncülüğünde 100 civarında sendika faaliyete geçti. Bu bağlamda en örgütlü kesimler kömür işçileri, tütün işçileri, mürettipler, kunduracılar ve mensucatçılar idi. Yasaklar kalkar kalkmaz bu kadar çok sayıda sendika kurulması ve dönemin CHP’li Dahiliye Vekili Şükrü Sökmensüer’in dediğine göre bunların 38’inde komünistlerin egemen olması Recep Peker Hükümeti’ni hem şaşırtıp hem de ürkütünce de Aziz Çelik’in tabiriyle “1946 baharı” topu topu altı ay sürmüştü. 16 Aralık 1946 tarihinde alınan bir karar uyarınca İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, CHP yanlısı İstanbul İşçi Sendikaları Birliği (İİSB) yöneticilerini sadece sorguya çekmekle yetinirken, TSP ve TSEKP ile bu partilerin etkili olduğu sendikaları ve gazeteleri kapattı. Bu partilerin TKP ile ilişkili görülen yöneticileri TCK’nın 141 ve 142. Maddelerine muhalefetten ağır cezalar aldılar. Dolayısıyla 14 Mayıs 1950'de Demokrat Parti'yi ezici çoğunlukla iktidara getirenler arasında bu ağır baskılarla adeta nefes hale gelemez hale getirilen işçi sınıfı da vardı.

Lozan'ın Acı Meyvesi: Zorunlu Mübadele

Lozan'ın Acı Meyvesi: Zorunlu Mübadele

2 Mart 1923 günü, Ankara Hükümeti’nin temsilcisi olarak Lozan Barış Görüşmeleri’ne gönderilen heyetin ikinci adamı olan Dr. Rıza Nur, Türk tarafının görüşmelerde izlediği politikayı TBMM’deki gizli celsede uzun uzun anlatırken, konuşmasının ortalarında sadeleştirilmiş dille şöyle demişti: Şimdi Efendiler, bu azınlıklar meselesi en mühim meseledendir ve azınlıkların hukuku Misak-ı Millimizce kabul edilmiştir. Lozan’da kabul etmek istemediğimiz zamanlarda Misak-ı Millimizi gözümüze dayamışlardır. Biz de kabul ettik…. Lozan’da ahalinin mübadelesini kabul ettik. Mübadele zorla yapılacaktır. Artık Anadolu’da azınlıklar kalmayacaktır. Yalnız İstanbul istisna olmak üzere… (“Ermeniler?” nidaları) Fakat arkadaşlar, kaç Ermeni vardır? (“Yahudiler?” sesleri) İstanbul’da otuz bin Yahudi vardır. Şimdiye kadar bir arıza çıkarmayan insanlardır. (Gürültüler) Museviler malûm, nereye çekilirse oraya giden insanlardır. Tabii, olmasalardı daha iyi olurdu derdim." Bu konuşmada açıkça Rumlardan söz edilmemesinin nedeni, henüz görüşmeler sürerken, 30 Ocak 1923’te Yunanistan ile ayrıca imzalanan (kısa adıyla) Mübadele Anlaşması uyarınca “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları ile, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının arasında zorunlu bir mübadele” olmasına karar verilmiş olmasıydı. Oturumdaki tepkilerden anlaşılacağı gibi, bu milletvekillerini tatmin etmemişti elbette, çünkü onlar ülkedeki tüm Gayrimüslimlerin gönderilmesini istiyorlardı!

Türkleştirme Siyasaları ve Halk Evleri

Türkleştirme Siyasaları ve Halk Evleri

10 Nisan 1931’de Ankara’da toplanan olağanüstü kongrede, Türk Ocakları Cumhuriyet Halk Fırkası’na (CHF) katılma kararı almıştı. Türk Ocakları ile birlikte Talebe Birlikleri, Muallimler Cemiyeti, Türk Kadınlar Birliği, Gazeteciler Cemiyeti, İhtiyar Subaylar Cemiyeti, Türk Masonlar Cemiyeti gibi CHF’ye muhalefet edebilecek kurumlar da kapatılmış ya da kendini feshetmişti. Türk Ocakları’nın yerini 19 Şubat 1932’de 14 şube ile faaliyete geçen Halkevleri aldı.

İttihatçıların Kemalistlere Mirası: Türk Ocakları

İttihatçıların Kemalistlere Mirası: Türk Ocakları

II. Meşrutiyet Dönemi’nin (1908-1918) ilk Türkçü örgütlenmelerinden biri olan Türk Yurdu Cemiyeti, 31 Ocak 1911’de İstanbul’da kurulmuştu. Kuruluşuna şair Mehmed Emin (Yurdakul) Bey’in öncülük ettiği bu dernekte Akçuraoğlu Yusuf, Ağaoğlu Ahmed, Hüseyinzade Ali Turan ve Müftüoğlu Ahmed Hikmed Bey gibi Rusya kökenli Türkçü aydınlar yer alıyordu. Derneğin yayın organı olan Türk Yurdu’nda yayınlanan yazıların en az yarısı dış Türklere dairdi. Altı ay sonra “190 Tıbbiyeli Türk Evladı” imzasıyla 11 Mayıs 1911 günü yayınlanan beyannamenin ardından 20 Haziran 1911 tarihinde Ağaoğlu Ahmet Bey’in evinde yapılan bir başka toplantıda İttihatçı Dr. Fuat Sabit’in önerisi ile Türk Ocağı adlı bir dernek kurulmasına karar verilmişti. 25 Mart 1912’de İttihat ve Terakki Cemiyeti merkezinde Ziya Gökalp’in de katıldığı bir toplantıda Türk Ocağı’nın resmi kuruluşu gerçekleşti. Ocağın amacı “İslam kavimlerinin en mühimlerinden olan Türklerin millî terbiye, sosyal, iktisadî ve ilmî seviyelerinin ilerletilmesiyle Türk ırk ve dilinin kemaline çalışmaktır” diye belirtilmişti.

“Günah Keçisi” Olarak Köy Enstitüleri

“Günah Keçisi” Olarak Köy Enstitüleri

Köy Enstitüleri fikri 1931’den itibaren Türk Ocakları’nın yerini alan Halkevlerinin köy şubelerinin işlememesi üzerine ortaya çıkmıştı. Bu konuda ilk kafa yoran 1933’te MEB olan ancak 1934’de vefat eden “köycü” Reşit Galip Bey’di. Ancak onun misyonu devam etti ve CHP’nin 1935 Kurultayı’nda köy eğitimine ağırlık verilmesi kararı alındı. İsmail Hakkı Tonguç'un İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne atanmasını takiben 1937’de denemelere başlandı. 1939’da Eskişehir-Çifteler, Kırklareli-Kepirtepe, Kastamonu-Gölköy ve İzmir Kızılçullu Köy Enstitüleri açıldı ve 17 Nisan 1940 tarihinde bunlara eklenen on okulla Köy Enstitüleri resmen kuruldu. Ama hikayenin sonu mutlu bitmedi.

Paraların Dili Olsaydı

Paraların Dili Olsaydı

Şark-İslâm devlet geleneğinde toplumların devlet olmanın ön şartı, "bey" veya "sultan" adına hutbe okutmak ve "sikke kestirmek" idi. İlk Osmanlı gümüş akçesi 1326 yılında Orhan Bey tarafından kestirildi. Bu paranın üzerinde "Orhan halledallahü mülkehü" (Orhan Allah mülkünü daim kılsın) benzeri bir ifade ile darp yeri olan Bursa’nın adı vardı. İlk bakır para I. Murad (ö. 1389) döneminde, Sultanî adı verilen ilk altın para ise Sultan II. Mehmed (Fatih) tarafından 1478 yılında kestirildi.