12 Ağustos-17 Kasım 1930 tarihleri arasında, 98 gün boyunca CHF’ye korkulu anlar yaşatan Serbest Fırka’nın Ankara’nın isteği üzerine kendini feshettiği günlerde, Manisa’da bir esrarkeş kahvehanesinde toplanan bir grup Nakşibendi, daha sonra kendilerine yöneltilecek suçlamalara bakılırsa, halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, fes yerine şapka giyilmesi gibi “Devrim Kanunları”ndan duydukları rahatsızlığı dile getiriyorlardı. Grubun lideri Giritli “Derviş” Mehmet, bir süredir İslami halk inancına göre “Deccal”a karşı mücadele etmekle görevlendirilen “Mehdi” olduğuna inanıyordu, çevresindekileri de buna inandırmıştı. Bu grubun Menemen’de gerçekleştirdiği ve Kubilay adlı bir asteğmenle iki bekçinin ölümüyle bitecek olan kanlı olay, Cumhuriyet tarihine damgasını vuracaktı.
12 Ağustos-17 Kasım 1930 tarihleri arasında, 98 gün boyunca CHF’ye korkulu anlar yaşatan Serbest Fırka’nın Ankara’nın isteği üzerine kendini feshettiği günlerde, Manisa’da bir esrarkeş kahvehanesinde toplanan bir grup Nakşibendi, daha sonra kendilerine yöneltilecek suçlamalara bakılırsa, halifeliğin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, fes yerine şapka giyilmesi gibi “Devrim Kanunları”ndan duydukları rahatsızlığı dile getiriyorlardı. Grubun lideri Giritli “Derviş” Mehmet, bir süredir İslami halk inancına göre “Deccal”a karşı mücadele etmekle görevlendirilen “Mehdi” olduğuna inanıyordu, çevresindekileri de buna inandırmıştı. Bu grubun Menemen’de gerçekleştirdiği ve Kubilay adlı bir asteğmenle iki bekçinin ölümüyle bitecek olan kanlı olay, Cumhuriyet tarihine damgasını vuracaktı.
“Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan/ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan…” Ziya Gökalp’in Trablusgarp hezimetinin yaşandığı 1911’de İttihat Terakki’nin edebiyatçı kesiminin Selanik’te çıkardığı Genç Kalemler dergisinde yayımlanan "Turan" adlı şiirin bu son iki dizesi, deyim yerindeyse ırkçı Türkçülüğün amentüsüdür. Peki Turancılığı Osmanlılar veya Türkler mi icat etmişlerdir?
30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Anlaşması sonrasında İstanbul başta olmak üzere Anadolu’nun pek çok önemli şehrinin İtilaf Güçleri tarafından işgal edilmesinden yaklaşık altı ay sonra İzmir’e Yunan askerlerinin çıkartma yapmasıyla başlayan Milli Mücadele Batı’nın düşman olarak tanımlanmasını mecbur kılmıştı. Ancak Cumhuriyet Türkiye'sinde yönetici elitler ile kültür insanlarının ve onların şekillendirdiği halkın Batı’ya yönelik duyguları çok çelişkili oldu.
Muhaliflerden arınmış İkinci Meclis 11 Ağustos 1923’te açıldıktan iki gün sonra Meclis Başkanlığı’na yine Mustafa Kemal seçildi. Aynı gün Lozan görüşmeleri sırasında Baş Delege İsmet Bey ile sürekli çekişen Rauf Bey istifa etti, yerine Fethi Bey Başbakan oldu. 23 Ağustos’ta Lozan Barış Antlaşması Mustafa Kemal’in elleriyle seçtiği üyelerden 14’ünün muhalefetine rağmen TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe girdikten sonra sıra, Halk Fırkası’na resmiyet kazandırmaya geldi. Fırkanın resmen kuruluşu 11 Eylül 1923, Dahiliye Vekâleti tarafından tescili ise 23 Ekim 1923 olduğu halde, kuruluş tarihi, İzmir’in geri alınışının tarihine denk getirilmek için 9 Eylül 1923 olarak kabul edildi. Dikkat edilirse kurulan partinin adında “cumhuriyet” ibaresi yoktu. Halk Fırkası’na “Cumhuriyet Halk Fırkası” denmesi, dışlanan muhaliflerin Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF) adıyla bir parti kuracakları haberlerinin yayılmasıyla gündeme gelmiş, TpCF’nin kurulmasından bir hafta önce, yani 10 Kasım 1924’te fırkanın adı Cumhuriyet Halk Fırkası yapılmıştı. Haziran 1925’te Şeyh Said İsyanı’nın ardından TpCF kapatıldıktan sonra “cumhuriyet” ibaresi CHP’nin tekeline girecekti.
Yönetenlerin haksızlıkları ve adaletsizlikleri karşısında yönetilenlerin başkaldırma, ayaklanma, devrim gibi aktif, sivil itaatsizlik gibi pasif yöntemlerle direnme hakkına sahip olup olmadıkları Antik dönemden beri, yönetenler ve yönetilenler ile bazen ilkinin bazen ikincilerin yanında olan düşünürler tarafından ateşli biçimde tartışılıyor. Örneğin Eski Yunan’da ‘Polis’ (şehir-devleti) düzenini bozmak, tanrılara karşı gelmekle eş anlamlı görülmüştür. Bu bağlamda Sokrates’in (MÖ 469-399) ölüme mahkûm edilmesine neden olan başkaldırısı çok ayrıksı bir olay. Sokrates’in öğrencisi Platon (Eflatun) Sokrates’in tavrından çok etkilendiği halde halkın yöneticilere direnme hakkına karşı çıkmıştır. Platon’un öğrencisi Aristo da demokrasiye ve direnme hakkına karşıdır. Peki daha sonraki çağlarda durum farklı mıydı?
‘Kürdistan’ terimi ilk kez, son Büyük Selçuklu Sultanı Sancar Bey’in (ö. 1157) merkezi bugünkü İran’ın Hemedan kentine yakın Bahar kenti olan ‘Kürdistan Eyaleti’ için kullanılmıştı. Kaşgarlı Mahmud'un 11. yüzyılda kaleme aldığı sanılan Divan-ı Lügat-it Türk'ün ekindeki haritada 'Arzü'l Ekrad' (Kürtlerin Dünyası) ifadesi okunuyordu. Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde İran’dan Irak’a, Suriye’den Anadolu’ya uzanan geniş Kürdistan coğrafyasının önemli bir bölümüne hakim olan 28 Kürt beyi (Ümera-yı Ekrad) değişik imtiyazlar karşılığında Osmanlı Devleti’ne bağlı kalmaya söz verdiler. Bu dönemin belgelerinde coğrafi terim olarak ‘Kürdistan’ kullanılıyordu...
İnönü 25 Ekim 1937 günü başvekillikten resmen istifa ettikten sonra sadece Malatya Milletvekili sıfatıyla evine çekilecekti. Elbette perde arkasında yaşananların Anadolu’nun dört bir yanına yansıması kolay olmayacaktı. Örneğin İsmail Arar’a göre, Güzel Ordu gazetesinin 29 Ekim tarihli nüshasında İnönü’nün resmi basılmış, altına da “Başvekil İsmet İnönü” yazılmıştı. Uyarılar üzerine gazetenin Ordu’da dağıtılan ve başka illere gönderilmek üzere postaya verilen tüm nüshaları toplanarak İsmet İnönü’nün resminin altındaki “Başvekil” sözcüğünün üzeri çizilerek gazete yeniden dağıtıma çıkarılmıştı. Başbakanlıktan ayrılır ayrılmaz gazetelerde ne ismi ne de resmi kalmıştı. İnönü ile ilgili haberlere son verilmişti. Bir yıldan uzun bir zaman içinde İnönü basında unutulmuştu bile. Peki nasıl oldu da, bir yıl sonra İnönü, Atatürk'ün yerine oybirliğiyle Cumhurbaşkanı seçildi?
Ölünün iç organlarını çıkardıktan sonra ilaçlayarak çabuk bozulmayacak hale getirmeye mumyalama veya tahnitleme deniliyor. Eski kültürlerin pek çoğunda olan mumyalama, insan ruhunun ölümden sonra da hayatını sürdürdüğü inancına dayanır. Mumyalama deyince aklımıza ilk eski Mısır gelir ancak İsmail Hami Danişmend “Türk mumyacılığı çok eskidir, ancak bilinen mumyalar hep İslamiyet'ten sonraki devirlere aittir” der ancak Mısırlıların tekniğini "çirkin bir ameliyat" olarak niteleyen Danişmend Türklere ait tahnit tekniğinden söz etmez. Tekniğini bilmiyoruz ama Osmanlıların 16. yüzyılın sonlarına kadar ölen padişahları mumyaladığını biliyoruz.
Kızıl Elma bir Türk söylencesi midir? Bugünün Türk milliyetçileri veya ırkçıları, bu soruya kocaman bir ‘evet!’ derler ancak bu konuda ürettikleri metinler bir iki paragrafı geçmez. Çünkü 11. yüzyıl yazarı Kaşgarlı Mahmud’un lügatindeki söylenişiyle ‘alma’nın Eski Türkler için önemli bir meyve olduğuna dair bilgimiz yok. Bazı minyatürlerde yer alan meyve tabağı çizimlerinde elmaya benzer meyveler var ama bunların Kaşgarlı’da adı daha fazla geçen kayısı, şeftali veya erik olması mümkün. Eski Türk kültürü uzmanlarından Emel Esin’e göre ise Kızıl Elma sembolleştirmesi elmaya değil, Eski Türklerde Güneş ve Ay’ı anlatan kızıl topa dayanır. Hatta bu kızıl top ilerleyen dönemlerde ‘muncuk’ adıyla bayrak ve tuğların tepesini süsleyecektir. Buna karşılık Roderic H. Davison, E. J. Gibb veya onlardan nakille Stefanos Yerasimos gibi araştırmacılara göre Kızıl Elma efsanesi erken Bizans’ta doğmuştur. Gelin bu tezlerin izini birlikte sürelim.
18 Eylül 1937’de, Başvekil İsmet İnönü, TBMM’de yaptığı konuşmada “birkaç aydır Türk efkâr-ı umumiyesini işgal eden fakat bugün artık maziye karışmış olan Tunceli hadisesi” hakkında şunları söylemişti: "Şimdi size, Tunceli’ndeki vaziyetin bugünkü halini arz etmek isterim. Cumhuriyet’in imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber, altı aşirettir. Bugün bu altı aşiretin ne kadar adamı varsa, bunlar reisleriyle beraber faaliyet imkânından tamamen mahrum bırakılmıştır. Cumhuriyet ordusu ve zabıtası, bu hadise esnasında yaptığı takiplerde, hurafe olarak zihinlerde yerleşen ne kadar uçurum halinde dere ve ne kadar çıkılmaz dağ varsa, hepsini Ankara sokakları gibi baştan başa geçmişlerdir. Kanun götüren ordu, jandarma neferleri- nin, ayak basmadığı yer, inmediği dere ve çıkmadığı tepe yoktur. Cumhuriyet’in ıslahat ve imar programına muhalefet eden bütün engeller ortadan kaldırılmış ve program bir an fasıla vermeksizin ilerletilmektedir. (…) İsyana iştirak eden aşiret reislerinin hepsi mahkemeye verilmişlerdir. Umumi, tabii olan adliye mahkemesine verilmişlerdir. Cumhuriyet idaresinin kuvvetli olduğu kadar, şefkatli ve adaletli olduğunu göstermek itibariyle Tunceli hadisesi en son ve en mukni, bir misal olmuştur.” Başbakan’ın açıkladığına göre devletin kaybı 51 yaralı 30 “şehit” idi. İsyana iştirak edenlerden ise 265 ölü, 20 yaralı vardı. Şimdi sıra Dersim’de dönüşümün başlatılmasına gelmişti. Bu, İnönü’nün başbakan olarak son konuşması oldu. İki gün sonra, Anadolu Ajansı şu haberi geçti: “Başvekil Malatya Mebusu İsmet İnönü’ne talep ve ricası üzerine, Reisicumhur Atatürk tarafından bir buçuk ay mezuniyet verilmiş ve Başvekâlet vekâletine İktisat Vekili Celâl Bayar tayin edilmiştir.”
24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Barış Antlaşması, birçok alt anlaşma ve sözleşmenin yanı sıra, 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenen savaş ve "Ermeni Tehciri" suçlarına karışanlara genel af, yasa ve protokoller de içeriyordu. Bu maddeleri, İttihatçı gelenekten gelen mesai arkadaşlarını cezadan korumak isteyen Mustafa Kemal eklettirmişti ancak, dava arkadaşlarını koruyayım derken, "davaya katılmamış/karşı çıkmış/ihanet etmiş" olduğu düşünülen kişilerin cezalandırılması konusunda rejimin elini de bağlamıştı. Bu paradoksu çözmek Lozan Heyeti'nin İkinci Murahhası olan ırkçı-Türkçü Dr. Rıza Nur’a nasip(!) oldu. Büyük tartışmalardan sonra, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne, Milli Mücadele sırasında İtilaf Devletleri'yle ya da İstanbul hükümetleriyle işbirliği yapmış 150 kişiyi af kapsamı dışında tutma hakkı tanındı. Ancak muhaliflerin tasfiyesi bu listeyle sınırlı kalmadı, günümüze kadar "vatandaşlıktan çıkarma" kılıcı muhaliflerin başının üstünde sallandı.
20. yüzyılın başlarından itibaren, Fransız sömürgeciliğine hem İslamcı gruplardan hem milliyetçi gruplardan hem de solcu gruplardan örgütlü tepkiler gelmeye başlamıştı. Bu üç kesim de farklı nedenlerle Türkiye’deki Kemalist deneyimi büyük ilgi ile izliyorlardı. Kasım 1919'dan itibaren Fransızlar, Adana-Antep-Urfa yöresini işgal ettiklerinde, Fransız birliklerindeki Moritanyalı, Libyalı, Tunuslu ve Cezayirli askerler Moritanyalı, Libyalı, Tunuslu ve Cezayirli askerlerin bir bölümü Türk tarafına geçmişlerdi. Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra da bu askerler Türk vatandaşlığına alındılar, kendilerine bir miktar toprak verilerek Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde iskân edildiler. Ama ilgi bununla sınırlı kaldı. 1830’dan beri Fransız sömürgesi olan Cezayir sorununa uluslararası kamuoyunun dikkatini çeken Komünist Enternasyona…
İki ülke arasındaki ilişkiler Milli Mücadele yıllarında başlamıştı. Fahir Armaoğlu’nun Sovyet belgelerinden aktardığına göre, anlaşmadan sonraki bir yıl içinde Sovyet Rusya, Ankara Hükümeti’ne karşılıksız olarak 39.275 tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 62.986.000 tüfek mermisi, 147.079 top mermisi, 1.000 atımlık top barutu, 4.000 el bombası, 4.000 şarapnel mermisi, 1.500 kılıç, 20 bin gaz maskesi ve 10 milyon altın ruble yardım göndermişti. Değişik kaynaklarda değinilen Sovyet Rusya’nın veremediği silahların Almanlardan alınması için Almanya’ya gönderilen 1.760.000 ruble, İtalya’daki bir hesaba yatırılan 1 veya 3 milyon İtalyan lireti, Sovyet Rusya temsilcileri Danilof ve Bagirof tarafından getirilen 200 kilo külçe altın ile Sovyet Rusya’nın parasal yardımı 17,5 milyon rubleye yaklaşıyordu. Ayrıca yüksek miktarda gıda ve tahıl yardımları vardı. Ama en önemlisi Batum’un Gürcistan’a verilmesi şartıyla Doğu sınırı güvence altına alındığı için, Türk orduları Batı Cephesi’ne kaydırılmış ve Yunanlara karşı zaferlerin kazanılması mümkün olmuştu. Sovyet Rusya, kendisi de henüz emekleme döneminde olduğu halde İngiliz emperyalizmine karşı "Kemalist Türkiye"yi desteklemeye, 1923'ten sonra da devam etti.
Cumhuriyet döneminde ilk bireysel şirket Kemal Film Bir Facia-i Aşk ve Boğaziçi Esrarı adlı filmlerin getirdiği gelirle güçlenince 1923’te Halide Edip’in Ateşten Gömlek filmini sinemaya uyarlamaya karar vermişti. Muhsin Ertuğrul’un çektiği film, Milli Mücadele’yi konu alan ve Müslüman Türk kadınların (Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir) oyunculuk yaptığı ilk Türk filmiydi. 1930’larda yurt dışında eğitime gönderilen Faruk Kenç ve Turgut Demirağ gibi genç sinemacılar, Avrupa’da gördüklerini uygulamaya başladılar. Ancak bu yıllarda ciddi bir sinema endüstrisinden söz edilemezdi. Buna 1923-1932 yılları arasında filmler gösterime girmeden önce mahalli polis tarafından izlenir ve filmin uygun görülmeyen yerleri kesildikten sonra gösterimine izin verilirdi. Nihayet 9 Haziran 1932 tarihinde bir yönetmelikle film gösterimini denetlemek üzere merkezî bir sansür heyeti oluşturuldu. 26 Aralık 1933 tarihli bir başka yönetmelikle de senaryo sansürü başlatıldı.
Osmanlı ve Japon imparatorlukları arasındaki ilişkileri taçlandırmak için 14 Temmuz 1889’da İstanbul’dan yola çıkan, dönüş yolunda 16 Eylül 1890’da Kumanonada Denizi’nde batan bir geminin hazin hikayesi.
1 Eylül’de “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri diye biten ünlü bildirgesini yayımladıktan sonra orduyla birlikte İzmir’e doğru ilerleyen Mustafa Kemal, 9 Eylül günü yorgun ordunun konakladığı Nif’in (şimdi Kemalpaşa) biraz ilerisindeki Belkahve’den yabancı harp gemileriyle dolu körfeze ve Anadolu şehirlerinin aksine tek bir dumanın bile tütmediği İzmir’e uzun uzun baktıktan sonra yanındakilere “Bu şehre bir şey olsaydı çok üzülürdüm” demişti. Mustafa Kemal 10 Eylül’de Turgutlu üzerinden İzmir’e geldi. Ordu mensupları ve İzmir’in ileri gelenleri onu karşılarında görünce biraz şaşırmışlardı. Çünkü henüz gelmesini beklemiyorlardı. Şaşkınlık geçince büyük bir coşku yaşandı. Hoş geldin demeye gelenler, çiçekler, çelenklerle süslü bir sofrada yenilen yemek, alkışlar, yaşasın sesleri… Ancak Yunan Ordusu’nun acele ile terk ettiği İzmir’in içi karmakarışıktı. Bu nedenle Mustafa Kemal’I Karşıyaka’da İplikçizadelerin köşküne yerleştirdiler. İstirdat’ın dördüncü gününde güzel hava tersine döndü. İzmir’in en mamur, en güzel, en zengin mahalleleri alevler içindeydi çünkü....
“Tanrı-Kral” anlayışının “Tanrı’nın oğlu-Kral” anlayışına evrilmesi çok uzun zaman almıştı. Hıristiyanlığın doğuşuyla çağdaş olan Roma İmparatorluğu ise, çok tanrılı (Pagan) bir devletti ve herkes istediği tanrıya inanıyordu ve devlet işleyişinde herhangi bir din esas alınmıyordu. Yani Roma ‘seküler’ (dünyevi) bir devletti. Ama Hıristiyanlığın yayılmasıyla birlikte bu durum değişti. Nitekim Laikliğin ilk işareti sayılan Matta İncili’ndeki “Kayzer’in şeylerini Kayzer’e ve Tanrı’nın şeylerini Tanrı’ya ödeyin” ya da Türkçeye geçtiği şekliyle “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin” ayeti Roma’da Neron döneminde, Hıristiyanlığa yönelik ağır baskılar sonucu ortaya çıkmıştı. Hıristiyan-Katolik doktrinine göre, dünya Adem’le Havva’nın cennetten kovulmasından bu yana Civitas Dei (“Tanrı Sitesi/Devleti’) ve Civitas Terrara (Yeryüzü Sitesi/Devleti) olarak ikiye ayrılıyordu. Katolik Kilisesi ise, Yeryüzü Devleti’ndeki Tanrı Devleti’nin temsilcisiydi. Devletle Kilise arasındaki gerilimi ilk çözen, daha sonra Bizans adını alacak olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun başı I. Consantinus’un 313 tarihinde yayımladığı ‘Milano Fermanı’ oldu. Bu fermanla Hıristiyanlık resmen tanındı ve din özgürlüğü güvenceye alındı. Bunun karşılığında da Kilise, Constantinus’u ödüllere, iltifatlara boğdu. Bu süreç Doğu’da Büyük Theodosius ve Batı’da Gratianus tarafından bir adım daha ileri götürülerek Hıristiyanlık, “Resmi Din”; Katolik Kilisesi, “Devlet Kilisesi” ilan edildi.
II. Mahmud’un 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı lağvetmesi ile birlikte Bektaşiler için zor günler başlamıştı ama II. Mahmud’un halefi Abdülmecid’in (1839-1861) annesi Bezm-i Alem Valide Sultan’ın bir Bektaşi tekkesine gidip “Oğlum padişah olsun!’ diye dua etmesi, bu kötü durumun çok kısa sürdüğünü gösteriyor. Gerçekten de Nakşi şeyhleri göstermelik olmaktan ileri gidememiş, eski Bektaşi tekkelerinde yine Bektaşi önderlerinin sözü geçmişti. Amasya’ya sürülen Hamidullah Çelebi de 1834’te affedilerek Hacıbektaş’a dönmüştü. Abdülaziz zamanında İmparatorluğun değişik yerlerinde ve özellikle Mısır’da Bektaşi tarikatı toparlanmaya başladı. Mısır Hidivleri siyasi amaçları doğrultusunda Bektaşileri destekledi. Bektaşileri Farmasonluğa sokan Mısır Hidivi Mustafa Fazıl Paşa idi. Bektaşileri Arnavutluk’ta bir devlet kurmak istedikleri için sıkı takibe alan II. Abdülhamid bile Topkapı’da eski Bektaşi dergâhı olan Takkeci Baba Dergâhı'nın yerine yeni bir dergâh inşa etmelerine izin vermişti. Ancak bunlara rağmen Bektaşiler kendilerini diğer tarikatların içinde gizlemeye devam etmiştir. II. Abdülhamid’i devirip tahta kukla V. Mehmed Reşad’ı çıkaran İttihatçıların ve onların devamı olan Kemalistlerin Bektaşilik ile ilişkisi ise tek tip olmadı.
Yesevilik, Haydarilik, Vefailik ve Kalenderiliği kaynaştıran Babai hareketi kökenli Abdalan-ı Rum (Abdallık) hareketinin devamı olan Bektaşiliğin kurucusu olarak kabul edilen Bektaş’tan dönemin resmî kronikleri, hatta sûfî kaynakları bile bahsetmez. Ancak ne Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ne Yûnus Emre ne de Anadolu’da yaşamış başka hiçbir sûfî onun kadar güçlü bir kutsallaştırmanın konusu olmuştur. Kendisinden söz eden kaynakların en eskisi 1240’daki Babailer Ayaklanması’nın manevi lideri Baba İlyâs’ın torunu Elvan Çelebi’nin aile tarihidir. Ama burada çok kısa bir bilgi vardır. Hacı Bektâş-ı Velî hakkında ikinci kaynak, vefatından yaklaşık yüz yıl sonra, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin torunu Ulu Ârif Çelebi’nin emriyle Ahmed Eflâkî tarafından kaleme alınan Menâḳıbü’l ârifîn adlı Farsça eserdir. Bu eserde de Hacı Bektâş-ı Velî hakkında kısa bir pasaj vardır. XV. yüzyılın sonlarına ait bir başka önemli kaynak ise yine 1240’ta Selçuklu’ya karşı ayaklanan Baba İlyâs’ın soyuna mensup bir sûfî tarihçi olan Âşıkpaşazâde’nin Tevârîh-i Âl-i Osmân adlı eseridir.
Bazı kaynaklara göre 10 Muharrem 637 (12 Ağustos 1239) Cuma günü, bazı kaynaklara göre ise 1 Ağustos 1240 Çarşamba günü başlayan Babai İsyanlarının mahiyetini anlamak için biraz önceye gitmek gerekir. 1211’de Rum (Anadolu) Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümü üzerine oğulları I. İzzeddin Keykavus ve I. Alaaddin Keykubad arasındaki iktidar mücadelesi ülkenin toplumsal dokusuna ve ekonomik durumuna çok zarar vermişti. 1220’de I. Alaaddin Keykubat’ın tahta çıkmasıyla düzen sağlanmış görünüyordu ancak kötü günler yakındı.
Ezidilerin inançları Kitab-ı Cilve (Tecelli Kitabı) ile asılları ile kopyaları yüzlerce yıl önce kaybolan Mushaf-ı Reş (Kara Kitap) adlı iki kutsal kitapta anlatılan yaratılış efsaneleri üzerine kurulu. Ancak bu kitaplar günümüze kadar ulaşmadığı için, Ezidilik inancı esas olarak gelenekle biçimlenmiş, Irak’ta ya da Ermenistan’da yaşayan Ezidiler için kutsal olanla Türkiye’de yaşayan Ezidiler için kutsal olan farklı olmuş. Türkiye kamuoyunda yanlış bir biçimde "Şeytana Tapanlar" diye karalanan Ezidilerin inançları arasında ne şeytana tapmak, ne de kötülüğü sembolize eden şeytan var. Dahası, Şeytan kelimesini ve anlamca buna benzeyen “kaytan”, “şad”, “şer”, “melun” ve “lanet” gibi kelimeleri telaffuz etmeleri bile yasak. Anlaşılan Ezidiler, hem Müslümanlıkta ve Hıristiyanlıkta yeri olmayan Melek Tavus’un halkı olmanın, hem de egemen Türk ve Arap etnisitesinden olmak yerine Kürt olmalarının cezasını çekiyorlar. Ne de olsa “öteki"nin -hele de azınlık ise- "kendinden daha aşağı ve kötü olduğu” fikri, insanlık tarihinin en eski negatif bilgisi.
1943 yılının Temmuz ayının son günlerinde, Van’ın Özalp İlçesi’nde yaşanan ve Türk tarih yazımına “33 Kurşun Olayı”, Kürt tarih yazımına “Geliyê Sefo” (Seyfo Deresi/Geçidi Katliamı) diye geçen o meşum olayın içyüzünü ortaya çıkarmak, henüz tam olarak mümkün olmadı çünkü olayı soruşturan Genelkurmay Askerî Mahkemesi kayıtları araştırmacılara hâlâ açılmadı. Ancak yıllar sonra ortaya çıkan ayrıntıları bir araya getirince, tarihe “33 Kurşun Olayı” diye geçen meşum olayın şöyle geliştiği anlaşılıyor: 1940’ların başlarında, Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel, Özalp Jandarma Kumandanı Vasfi Bayraktar ve Hudut Tabur. Kumandanı Binbaşı Şükrü Tüter (bazı kaynaklarda Tutar diye geçer) devletin zafiyetlerini yüzünden bir türlü sağlanamayan sınır güvenliğini kendilerine sadık adamlardan oluşturulan çetelere havale etmişlerdi. 1943 yılının yaz aylarından birinde, bu çetelerden biri, İran’da yaşayan Milan (Milânengiz veya Milânlar) Aşireti reisi Mehmedi Misto’ya ait hayvanlardan, bazı tanıklara göre 400-500'ünü, bazı tanıklara göre ise 1.500-2.000 kadarını kaçırıp Türkiye’ye getirmişlerdi. Türk istihbarat belgelerinde, dedelerinin Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslara karşı Osmanlı Devleti’ne hizmet ettiği, kendisinin de olayın yaşandığı 1943 yılında dahi Türk istihbaratı için çalışmakta olduğu kayıtlı olan Mehmedi Misto, olay üzerine Özalp Kaymakamı’na bir mektup yazmış ve “Gasp edilen hayvanlarımı bana iyilikle iade ediniz. Ben sizin dostunuzum. Ricamı kabul etmezseniz bu hayvanlarımı aynı usûlle geri alabilirim. Fakat bu takdirde Türk Hükûmeti’nin haysiyeti rencide olur. Buna sebebiyet vermeyiniz” demişti. Kaymakam haksızlığını kabul etmek bir yana "Haddini bil, gelip karını da koynundan alırız" cevabıyla olaylar çığrından çıkmıştı.
Yunanca “Olimpiyat” kelimesi, sanıldığı gibi oyunların şerefine yapıldığı Yunan mitolojisinin baş tanrısı Zeus’un oturduğu Olimpos Dağı’ndan değil, muhtemelen Olimpia Şehir Devleti’nden geliyor. Olimpia’daki ilk atletizm müsabakalarının kaç yılında yapıldığı konusunda pek çok rivayet var. MÖ. 1. yüzyıl tarihçisi Diodorus’un belirttiğine göre 117. Olimpiyat’tan üç yıl sonra bir güneş tutulması meydana gelmişti. Bu tutulma, eğer MÖ 310 yılındaki güneş tutulması ise, ilk olimpiyatın MÖ 776'da başladığı hesaplanıyor. Bazı araştırmacılar ise, MÖ 9. yüzyıl yazarı Homeros’un Illiada adlı destanındaki atlet tasvirlerinden hareket ederek, olimpiyatları çok daha önceye götürüyorlar. MÖ 586 yılından itibaren Olimpia’dan başka Pythia, Nemea, Isthmia, Elis ve Pisa şehir devletlerinde de yapılan olimpiyatların ilk altı yüzyılında yarışmalara sadece Yunanca konuşan özgür ve genç erkekler’ katılabilirmiş, ancak MS 2. Yüzyılda Yunan yarımadasının Romalıların eline geçmesinden sonra yarışmalara Yunan olmayanların katılmasına da izin verilmiş.
Tütün, patlıcangiller (Solanacease) familyasından altmış dört cinsi içinde barındıran, bilimsel adı “nicotiana” olan türün bir üyesi. Tütünün ana vatanının Asya mı, Avustralya mı yoksa Amerika kıtası mı olduğu yolunda değişik teoriler varsa da genel kabul, tütünü Avrupa’ya tanıtan kişinin 1492 yılında Amerika Kıtası’nı “keşfeden” Kristof Kolomb olduğu. Kaynaklara göre, Kolomb’un adamları, tütünle ilk kez Venezuela kıyılarının açıklarındaki bugünkü adıyla Trinidad ve Tobago adalarında tanışmışlardı. Yerlilerin bir bitkinin yapraklarını bir çubuğa yerleştirdiklerini, daha sonra yakarak dumanını içlerine çektiklerini gören Kolomb ve arkadaşları, yerlilerin "tobacco" adını verdikleri tütünü Avrupa’ya getirdiklerinde bu kadar tutulacağını muhtemelen tahmin etmemişlerdi. Gerçekten de daha sonraki yıllarda Amerika kıtasına adını veren Amerigo Vespuci, dünyanın çevresini dolaşan Ferdinand Macellan ve Güney Amerika’daki Aztek uygarlığının sonunu getiren ve kıtayı İspanya’nın sömürgesi yapan Hernando Cortez gibi Kolomb’un ardılları, Kolomb ve yerliler gibi tütünün tiryakisi olmuşlardı. Onların da etkisiyle tütün Avrupa’da öyle bir moda olmuştu ki 1550’lere kadar, başta İspanya ve Portekiz olmak üzere, Belçika, İsviçre, İtalya, Fransa ve İngiltere’de tütün tanınıyor, hatta küçük çapta üretiliyordu. Tütünün Osmanlı coğrafyasına girişi ise 1570’lerde olmuştu...
Hasan Sabbah ve adamları yani Haşhaşiler hakkındaki bilgilerimizin ezici bölümünü, Şiilik-Karmatilik-İsmaililik-Nizarilik zincirine düşman olan Sünni yazarlardan derlemiş bulunuyoruz. Resmi öğretiye göre Haşhaşilik, İslam dininde görülen mezhepsel kırılmanın ardından Şiiiliğe bağlı İsmailiye mezhebinin Nizari kolunu temel alan ve kendi çevresinde “Şeyhü’l Cebel” yani “dağın sahibi, dağın efendisi” olarak anılan İsmaili din adamı Hasan Sabbah tarafından 1090 yılında İran’da ele geçirilen Alamut kalesinde sınırları belirlenmiş bir tarikat öğretisinin genel adıdır. İsmaili kökenlere sahip olan Haşhaşilik öğretisini benimsemiş tarikat üyelerine “Haşhaşi” (çoğulu "Haşhaşin") denmektedir. Gerçekleştirmiş oldukları sayısız suikast ve terör eylemleri ile Batılı ve Doğulu birçok yazarı etkilemiş olan tarikatın kurbanları tarafından tarikata üye olanları tanımlamak için konulmuş Haşhaşi ismi tarikat örgütlenmesi hakkındaki rivayetlerde haşhaş bitkisinden elde edilmiş uyuşturucu ürünlerinin tüketiminin etkisiyle işlenmiş cinayetlerden gelmektedir. Bu hikâye Haçlılar tarafından Avrupa'ya, oradan Osmanlı'ya, oradan da günümüz Türkiye'sine taşınmış, özellikle son yıllarda iktidar sahiplerinin bazı siyasi muhalifleri için bolca kullandığı bir terim haline gelmiştir. Peki Hasan Sabbah ve öğretisi hakkında “öteki tarihçiler” ne der?
2 Nisan 2021 tarihli Bal Tutan Parmağını Yalar başlıklı programda rüşvet, yolsuzluk tarihçemizin siyaset ve devlet teşkilatıyla ilintili serencamına şöyle bir göz atmıştık. Bu hafta da "dolandırıcı" diye tabir edilen şahısların hikayelerini paylaşmak istedim. İlk ünlü dolandırıcımız “Eyüplü Halit”, 1970’lere kadar İstanbul’da, İstiklal Caddesi’nde faaliyette bulunan ünlü erkek hazır giyim mağazası Mayer’in sahibi Georg Mayer’in 1978 yılında Türkischer Basar (Eugen Salzer Verlag) üst başlığıyla yayınladığı ve Türk Çarşısı Şark’ta Ticaretin Püf Noktaları (Kitabevi, 2008) başlığıyla çevirisi yayınlanan hatıratında yer alan kahramanlardan biri. Bu hatıratta Halit, 68 genç kadını evlenme vaadiyle dolandırmış bir kahraman olarak resmedilmekte, ancak hayatı hakkında daha fazla bilgi yer almamakta. Eksik kalanları Yaşar Danacıoğlu’nun hatıralarından yararlanarak Rıfat N. Bali tamamlıyor.
Süryanilerin kökenine ilişkin tartışmalar, milliyetçilik akımlarının şiddetlendiği 19. yüzyılda ortaya çıktı. Bugün özellikle diasporada, tarihlerini Asurlulara götürenlerle, ilk Hıristiyan topluluklarından Aramilere götürenler arasında ateşli bir tartışma sürüyor. Asurlular en eski yazılı belgeleri MÖ 2000 yıllarına ait olan Mezopotamyalı bir şehir devleti halkı. Mezopotamya kavimlerinin karışımı olduğu iddia edilen Aramiler ise tarih sahnesine MÖ 1400’lerde çıkmışlar. Tevrat’a göre, Aramiler ile Asurlular Nuh’un oğlu Sam’ın beş oğlundan ikisinin neslinden geliyorlar, ama MÖ 1000’li yıllarda birbirlerine düşman olmuş bu iki kardeş. Aramilerin en azından bir bölümü, 30’lu yıllarda Hıristiyanlığı kabul ederek 38 yılında Antakya Patrikliğini kurdular. Hıristiyanlığı kabul etmeyen Aramilerden ayırt etmek için, bu gruba Süryani denildi. Yani Süryani adı, kökeni Asur veya Arami olan bir halkın dinsel adı. Bu yüzden de bugün Süryani denince akla etnik vurgusuna göre dinsel vurgusu ağır basan etno-dinsel grup geliyor.
Son zamanların popüler figürü olan eroin, afyondan elde edilen morfinin sentezlenmesiyle elde edilen bir kimyasal madde. Eroine benzer ilk madde, 1874 yılında Londra’daki St Mary's Hastanesinde çalışan İngiliz kimyacı C. R. Alder Wright tarafından sentezlendi. 23 yıl sonra 31 Ağustos 1897’de Almanya’daki Bayer ilaç firmasında çalışan kimyager Dr. Felix Hoffman afyon sakızının doğal türevi olan ve morfine benzeyen fakat ondan daha az bağımlılık yaratan kodeini elde etmek üzere çalışırken, kodeinden üç kat daha kuvvetli olan başka bir madde elde etti. Bayer bu maddeyi "heroin" olarak adlandırdı. Kelime Almancada “kahraman” anlamına gelen "heroisch" kelimesinden türetilmişti. Çok iyi bir ağrı kesici özelliği olan ilaç kanser ve tüberküloz hastaları üzerinde, savaşta yaralanan askerlerde ve hatta soğuk algınlığı etkilerini azaltmak için hiçbir yan etkisi olmadığı belirtilerek uzunca bir süre piyasada kaldı. Mucize ilaç olarak tanıtılan eroin çok kısa bir sürede bu iki kıtada yayıldı. 1910 yılına gelindiğinde ilacın yan etkileri olduğu anlaşıldı. 1912 yılında ise Bayer firması eroin üretimini tamamen durdurdu. Peki bu sırada Osmanlı ülkesinde neler oluyordu? Daha geniş bilgi için: Cengiz F. Erdinç'in Overdose Türkiye, Türkiye'de Eroin Kaçakçılığı, Bağımlılığı ve Politikalar (İletişim, 2004)
Abdülaziz, babası II. Mahmud öldüğünde dokuz yaşındaydı. Tahta 16 yaşındaki ağabeyi Abdülmecid geçmişti. Abdülmecid kardeşini kafese hapsettiği gibi sistemli bir eğitim almasını da engellemişti. Abdülmecid 1861 yılında veremden öldüğünde halk, onun yerini alan babacan tavırlı, alçakgönüllü, sade ve alaturka giyimli, içkiye uzak duran, bir oturuşta bir kuzuyu bitiren, geceleri ney üfleyen, güreşe, horoz dövüşüne, köçek dansına ve ortaoyununa düşkün, halkın arasına karışmaktan çekinmeyen yeni padişahı sevmişti. Ancak bu sevilen padişahın sonu trajik olacaktı...
1950’de Kıbrıslı Rumlar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra pek çok ülkeye tanınan "kendi kaderini tayin" hakkı uyarınca bir plebisit yaparak Yunanistan’a bağlanmak istediğinde Türkiye hâlâ eski tavrını sürdürüyordu. Hatta 1949’da CHP’nin Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, 1950’de ise DP’nin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü “Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs diye bir sorun yoktur” diyerek Yunanlıların ve Rumların elini epeyce güçlendirmişlerdi. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktu; çünkü o yıllarda hem CHP’nin hem de DP’nin en önemli hedefi Batı bloğuna ve NATO’ya kabul edilmekti. Aynı arzu Yunanistan’da da olduğu için, taraflar suyu bulandırmak istemiyorlardı. Ancak “güvercin” Fuad Köprülü’nün yerine “şahin” Fatin Rüştü Zorlu’nun Dışişleri Bakanı olunca durum değişecekti. Rakiplerinin “sert, kırıcı, yabancı düşmanı, çok zeki” gibi sıfatlarla tanımladığı Zorlu ile birlikte Türkiye aktif biçimde “Taksim” politikasına yöneldi. Aslında bunun için uygun bir zamandı çünkü Mart 1955’de Türkiye, Irak, İran ve Pakistan arasında imzalanan Bağdat Paktı dolayısıyla ABD ve İngiltere, Türkiye’ye toleranslı davranıyorlardı.
1873’te Manisa’da doğan Hayim Nahum, küçük yaşta Filistin’e giderek İbranice ve Arapça öğrendikten sonra eğitimi için Alliance Israélite Universelle (kısaca Alyans) adlı örgütten yardım istemişti. Hayim Nahum, örgütün yardımıyla Paris’te ilahiyat eğitimi aldıktan sonra 1897’de Alyans için çalışmaya başladı. Bu yıllarda Paris’te II. Abdülhamid’in muhalifleri Jön Türklerle (geleceğin İttihatçıları) ilişki kuran Hayim Nahum, Alyans’ın desteğiyle İstanbul'daki Haham Okulu'nda ilerde kayınpederi olacak, Edirneli Abraham Danon'un yardımcılığına getirildi. 1899 yılında Danon’un kızıyla evlendi ve II. Abdülhamit’in kütühanesinde çalışmaya başladı. Muhtemelen bu görevi sırasında Abdülhamid’in yaveri ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) Merkez Komitesi’nden Selim Sırrı (Tarcan) aracılığıyla bu sefer İstanbul’daki İttihatçılarla yakınlaştı.
Aydınlanma düşüncesi ve 1789 Fransız İhtilali’nin yarattığı özgürlük ortamından diğer gruplar gibi Yahudiler de yararlanmıştı. 1799’da Napolyon, Mısır Seferi sırasında Yahudilere Akka’nın dışında bir yerde yerleşim kurma sözü verdi, ancak bölgeden kısa sürede çekilince bunu gerçekleştiremedi. 1840’ta, Kudüs’teki Britanya temsilcisi Lord Palmerston “Britanya İmparatorluğu’nun yüksek çıkarlarını korumak üzere” bir Avrupalı Yahudi Yerleşim Kolonisi kurma fikrini ortaya attı ama arkası gelmedi. Başlangıçta II. Abdülhamid Rusya, Romanya ve Yunanistan gibi ülkelerde zulüm gören ve bu yüzden ülkelerinden kaçmak zorunda kalan Yahudileri sahiplenmiş ve onların ülkenin çeşitli vilayetlerine yerleştirmişti. Fakat bu ailelerin Filistin’e yerleşmeleri istenmiyordu. Bâbıâli’nin ısrarını kırmak üzere 1878’de “Şark Meselesi” başlığıyla bir makale yazan ve makalesinde İngiltere hamiliğinde bir Yahudi Devleti’nin kurulması fikrini atan iş adamı Edward Cazelet, İstanbul’a planını görüşmeye gitti. Ancak yanıt değişmedi. Yahudi göçmenler için Adana, Halep ve Mezopotamya’da geniş topraklar vardı. Ancak Filistin’e göç mümkün değildi! Osmanlı ülkesine hicret edecek Musevilerin hükümet tarafından bir işaret verilmeden kabule aykırı hareket eden memurlar şiddetle cezalandırılacaklardı. Bu arada Yahudiler kendi aralarında “Siyon Aşıkları” adlı bir dernek kurmuşlardı. Böylece Yahudilerin Filistin ve Kudüs’e yerleşmesini amaçlayan Siyonizmin de ilk adımı atılmış oldu.
Muhtemelen insanlık tarihi kadar eski olan intihar eylemi, Platon, Aristo, Epikür, gibi Antik Çağ filozoflarınca olumsuzlanırken, ilahi dinlerin hemen hepsinde onaylanmayan davranışlar arasında sayılmıştır. Kuran'da intihara ilişkin açık hüküm olmamasına rağmen İslam geleneğinde de intihar günah kabul edilir, intihar eden kişinin cennete gidemeyeceği, cehennemdeyse ölümüne neden olan olayı tekrar tekrar yaşayacağına inanılır. Buna rağmen tarih boyunca İslam toplumlarında çok sayıda intihar olayı yaşanmıştır. Görünüşe göre bunların çoğu namus ve onurun korunmasıyla ilgilidir. 19. yüzyıldan itibaren modernleşme ile birlikte, Batı edebiyatının romantik intihar vakalarının da etkisiyle, karşılıksız aşk, başarısızlık, yoksulluk ve mali krizler yüzünden bunalıma düşenlerin intiharı oldukça sık rastlanan durumlar olmuştur. Ya da modernleşme ile intihar vakaları görünür hale gelmiştir. İntihar yöntemleri de modernleşmiş; eskinin suya veya uçuruma atlama, iple asma, bıçakla kesme, zehirli bitki yeme gibi yöntemlerinin yerine revolver, havagazı, kimyasal maddeler gibi yeni araçlar kullanılmaya başlamıştır.
Alkol kelimesi Arapçada bir şeyin özü, aslı anlamına gelen “el kuhl" sözünden Batı dillerine girmiştir. Spotify tanıtım: Alkollü içkilerin tarihi insanlığın tarihi ile yaşıttır. Nuh’un gemisindeki insanların şarap içerek hayatta kaldıkları, şarabı da onların dünyaya yaydığı rivayet olunur. Mitolojiye göre şarabın anavatanı Ege havzasıdır. En eski dinlerden biri olan Musevilikte sarhoş olmamak koşuluyla içki içilmesine izin vardır. Şarabı "İsa'nın kanı" olarak kutsal sayan Hıristiyanlık içkiyi törenlere katmıştır. İçkiye karşı en katı tutumu takınan İslamiyet’in bile içkiyi yasaklama kararını vermesi kolay olmamıştır.
Adının ‘tehcir’ mi, ‘mukatele’ mi, ‘kıt’al’ mi, ‘katliam’ mı, ‘kırım’ mı, ‘soykırım’ mı olduğuna bir türlü karar vermediğimiz ‘1915-1917 arasında yaşananlar’ hakkında konuşmak, Osmanlı İmparatorluğu'nun Cihan Harbi'ni kaybettiğinin anlaşılmasından 1920’ye kadarki dönemde bugünkü kadar zor değildi. Hatta o yıllarda olayların ‘katliam’ veya ‘facia’ olduğunu, failler bile kabul ediyordu. Örneğin tehcirin baş mimarı Talat Paşa anılarında “Esas olarak askeri bir önlemden başka bir şey olmayan göç ettirme, vicdansız ve karaktersiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır” demişti. 1918’de savaş suçlarını soruşturmak üzere kurulan Mustafa Arif (Deymer) başkanlığında kurulan Osmanlı Dahiliye Nezareti Komisyonu’nun raporuna göre Birinci Cihan Harbi’nde ölen Ermeni sayısı 800.000’di. İTC üyesi olan ancak tehcirde rol almayan Mustafa Kemal 24 Nisan 1920’de meclisteki açık celsede yaptığı konuşmada “maziye aid fazahat” (geçmişe ait rezillik, ayıp) demiş, “bu tür fecayiin (faciaların) tekrarından vazgeçmemizi istiyorlar” diyerek suçu zımnen kabul etmişti. Ancak Ermeniler 3 Aralık 1920 tarihli Gümrü Anlaşması ile taleplerinden vazgeçmek zorunda kaldıktan sonra, o güne dek İtilaf Devletleri’nin kulağına kar suyu kaçırmamak için gayet özenle seçilen dil ve politikasını değişecekti.
Tarihçi William H. McNeill, 1999’da yazdığı “Patates Dünya Tarihini Nasıl Değiştirdi?” başlıklı makalesinde “Patates tahıla nazaran dört kat daha fazla karbonhidrat içerdiği için Avrupa’da hızlı nüfus artışına neden olan, kıtanın sanayileşmesini sağlayan ve bugünkü uygarlığın temelini oluşturan bir bitki” demişti. Patatesin anayurdunun, Güney Amerika kıtasındaki And Dağları’nın eteklerinde, İnka uygarlığının yayıldığı Peru ve Bolivya vadileri olduğu sanılıyor. İnka topraklarını ele geçiren İspanyol sömürgeci komutan Francisco Pizarro 1560 yılında tam 99 yumruyu İspanya Kralı II. Felipe’ye sunacak ama patatesin Avrupa halkları tarafından benimsenmesi çok uzun sürecekti.
Amerikan Yakın Doğu ve Afrika İşleri Bürosu’nun Ekim 1946’da açıklanan raporunda Türkiye’nin coğrafi konumuyla Sovyet askeri ve siyasi etkisinin Doğu Akdeniz’e kolay bir şekilde akabileceği bir bölgede şişenin ağzındaki tıpa görevini gördüğü belirtilmişti. ABD Başkanı Truman’ın "containment" (Doğu Bloku'nu çevreleme) politikasında önemli roller biçilen Türkiye ve Yunanistan’a ünlü "Marshall Yardımı" verildi. Haziran 1948'de Sovyetler Birliği, Batı Berlin'i kuşatmaya başladı. Bunun üzerine ABD, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Norveç, Danimarka, İzlanda, Portekiz, İtalya ve Kanada 4 Nisan 1949'da Washington'da NATO'yu (North Atlantic Treaty Organization/Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) kurdular.
Halen İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan bir Sümer tableti rüşvetin ilk belgesi sayılabilir. Sümerolog Veysel Donbaz’ın çözdüğü “Sümer okul günleri” adlı tablette okulun başarısız bir öğrencisinin ailesinin öğretmeni evlerine davet edip yedirip içirmesi v türlü hediyeler vermesi anlatılıyor. Tabletin devamında, bu ağırlamanın sonucunu okuyoruz: Başarısız çocuk birden sınıfın en başarılı öğrencisi olmakla kalmıyor, ardından sınıf başkanı bile seçiliyor. 2.300 yıl öncesine ait bir Çin metninde, yolsuzluğun 40 yolu sayılmış. Belgeye göre, rüşveti önlemek için memurlara verilen "yang-lien" adlı ek ödeme yapılıyormuş, ama sonucun ne olduğu yazılı değil belgede. “Nasıl dilin ucundaki balı veya zehri tatmamak mümkün değilse, devlete hizmet edenlerin de kralın hasılatının en azından küçük bir parçasını yiyip bitirmemesi mümkün değildir. Nasıl sudaki bir balığın su içip içmediğini tespit edemezsek, devlete hizmet edenlerin de kendileri için para alıp almadıklarını tespit edemeyiz.” Bu satırlar da Hint hukukunun temel kaynaklarından sayılan MÖ 400’lü yıllarda yazılmış Arthasastra’dan alınma.
Asıl adı Mustafa Memduh olan kahramanımız, 29 Mart 1884’te bir taşra kasabası olan Çorlu’nun (Tekirdağ) o zamanki adıyla Papayani Mahallesi'nde, İzmarada adında bir Rum’un kiralık evinde doğmuştu. İsimlerinden Mustafa, peygamberin isimlerinden biri olarak, Memduh ise, dedesinin mahlası olarak konulmuştu. Sonradan kendi ifadesiyle "günün modasına uyup" babasının adı Şevket’i ikinci isim olarak benimsedi. 1934’te Soyadı Kanunu kabul edildikten sonra “eski Türklerin yaptıkları gibi (...) büyüklerden birinden bir ad" ister ve “Esendal” soyadını kendisine İsmet (İnönü) Bey verir…
23 Mart 1906’da Abdürrezzak Bey’in adamlarının basit bir yol yapım anlaşmazlığını bahane ederek İstanbul Şehremini Rıdvan Paşa’yı öldürmeleri sadece Abdürrezzak Bey’in değil tüm Bedirhanilerin, hatta İstanbul’daki Kürt toplumunun da kaderini değiştirdi. Rıdvan Paşa Cinayeti’nin ardından Bedirhan Bey Ailesi’nden 12 yaş üzeri erkekler dahil 178 kişi ve aileyle ilişkisi olan yaklaşık 3.000 kişi Mekke ve Şevket-i Derya vapurlarıyla çeşitli yerlere sürgün edildi. Trablusgarp’a sürgün edilen Abdürrezzak Bedirhan Bey 1910’da affedildince önce İstanbul’a geldi ardından Rusya Sefareti’nin bilgisi dahilinde Tiflis’e giderek buradaki Rus yetkililerle işbirliği halinde Kotur, Soma, Bradost, Salmas ve Urmiye’deki etkili bazı Kürt aşiret liderlerine bağımsızlık için Rus desteğinin önemini anlattı. Abdürrezzak Bey, doğrudan bir ayaklanma örgütlemeye girişmek yerine, “Kürt milliyeti” fikrinin yerleştirilmesi maksadıyla Rusya’da Kürtler hakkındaki akademik çalışmaların geliştirilmesine yoğunlaştı."
Tarihî Dersim Sancağı’nın batısında yer alan Sivas’ın İmranlı, Zara, Suşehri, Kangal, Divriği, Hafik ilçeleriyle, Erzincan’ın Refahiye ve Kuruçay ilçelerindeki 135 köyde yaşayan, ezici çoğunluğu Kızılbaş/Alevi Kürt olan konfederasyonu olan ve Dersim’in Hasanan Aşireti ile akrabalığı olduğu söylenen Koçgiri Aşireti, Dersim bölgesinin geneli gibi, 20. yüzyılın başlarına kadar devletle, İstanbul’la pek sıcak ilişkiler içinde olmamışlardı. Sorunlar devletin resmî belgelerinde ağırlıklı olarak “asayişsizlik” başlığı altında toplanıyordu. Ancak 23 Temmuz 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edilmesiyle ortaya çıkan özgürlük ortamında kurulan Kürt cemiyetlerinden bazıları Dersim’de de faaliyet göstermeye başlayınca, milliyetçi uyanışın ilk filizleri de belirdi.
23 Mayıs 1887'de, Tokat Mutasarrıflığı'na, Anşa Bacı ve oğlu Hasan hakkında gönderilen şikayet dilekçesi ve II. Abdülhamit Dönemi’nin Kızılbaş politikaları...
1-2 Kasım 1922 gecesi saat 03.00’te, gök gürültüsünü andıran alkışlar arasında kabul edilen ve Saltanat’ın kaldırılmasını sağlayan iki maddeli kanunun 1. maddesinde, Misak-ı Milli sınırları içinde TBMM hükümetinden başka hükümet tanınmayacağı kesin bir dille belirtilirken, 2. maddesinde “Türkiye Devleti, Hilafet makamının dayanağıdır” denmişti. Peki ne olmuştu da, 16 ay sonra, 3 Mart 1924 günü bu dayanaktan vazgeçilerek Hilafet makamının kaldırılması gerekmişti?
Pek çok işyerinde pandemiyi gözardı eden koşullara, düşük ücretlere, sigortasız ve güvencesiz çalıştırılmaya, kıdem tazminatlarının gaspına; sendikalaşmanın engellenmesine karşı direnişler, grevler yapılırken emek tarihi ne diyor?
Boğaziçi Üniversitesi'ne kayyım-rektör atanmasına karşı akademisyenlerin ve öğrencilerin saygı uyandıran direnişleri vesilesiyle Darülfünun'un İstanbul Üniversitesi oluşunun hikayesi...
Kazım Karabekir mi, Enver mi, Mustafa Kemal mi? Geçen hafta TKP lideri Mustafa Suphi ve yoldaşlarının 28/29 Ocak 1921 gecesi, Karadeniz'de katledilişinin hikayesini anlatmıştık. Bu hafta “azmettirici kimdi?” sorusuna cevap vereceğiz...
Olağan şüphelilerin muhaliflere saldırdığı, MHP liderinin siyasileri ve gazetecileri tehdit ettiği günlerde tarihten kıssa: Bir Tetikçi: Yakup Cemil... Bir darbe: 23 Ocak 1913 Babıali Baskını...
Türkiye için kuraklık artık depremden daha büyük tehlike. Yakında iklimsel kaynaklı ölümleri görmeye başlayacağız" derken Anadolu'nun kuraklık tarihi bize ne anlatıyor?